İsmail Akman
Ayrı eve çıkalı on beş gün olmuştu. O sabah iyice hissettim karnımdaki şişliği. Benim gibi şişman biri için birazcık daha şişmek sorun değildi ama artık giysilerimin içine zor giriyordum. Giyebileceğim bir kıyafet bulmak için çok zorlandım. Göbeğimi içine çeke çeke güç bela uydurdum üstüme bir şeyler. Gömlek dışarıda. Pantolonun üst düğmesi açık.
Dergiye gittiğimde arkadaşların tedirgin bakışlarını hissettim üstümde. Onlar da bu devasa büyümeyi fark etmiş olmalılar ki, bu defa konuşmadan duramadılar. Tipik birkaç kocakarı tavsiyesi vesaire. ‘Gazdır hocam.’ ‘Gaz değildir. Ödemdir.’ ‘Kekik suyu.’ ‘Nane bilmem nesi.’ ‘Çok kaçırmışsındır akşam yine.’ Çok kaçırdığım doğruydu.
Ayşe de hep söylerdi, ayarım yokmuş benim. Her şeyi abartarak yaşıyorsun derdi. “Bu kadar yeme. Bu kadar içme. Bu kadar sevme. Bu kadar keskin olma.” Keskin köşelerimi sevmişti oysa ilk başta. Düşüncelerimi. Yazdıklarımı. “Yürüdüğün yerde izin kalıyor, üzerine basmaya çalışanın canı acıyor. Ne güzel.” Oysa ben öyle abartılacak bir adam falan değildim. İlkelerim vardı, o kadar.
Zamanla Ayşe’ye dokundukça, onun da canı yanmaya başladı sanki. Köşelerim acıtıyordu. Aynı evin, aynı hayatın içinde köşe kapmaca oynar olduk. Birbirimize değmeden. Birbirimize ilişmeden.
Birkaç gün sonra şişlik biraz daha artınca, artık bir doktora gideyim dedim. Eski tüfek birini önerdiler. Tabelasında hala mütehassıs yazanlardan. Birkaç tetkik, birkaç tavsiye, bir ilaç. “Safra ifraz eden guddeleriniz ziyadesiyle randımanlı faaliyet gösteriyor efendim. Lakin bağırsaklarda bir atalet mevzubahis. Şu ilacı aldıktan sonra…” Vesaire vesaire. Doktoru dinlerken bile biraz daha şiştim.
Ne zaman başladım şişmeye? Beşinci yılımız falan olmalı. Gazetede yazdığım bir yazı yüzünden işsiz kalmıştım yine o ara. Bazı şahısların hoşuna gitmiyordu düşüncelerim. Esaslı bir kavga etmiştik Ayşe’yle. Bana sorumluluklarımı sert bir dille hatırlatmıştı. Bir süredir böyleydi zaten. Sürekli kızgın. Gerçekten de faşizm önce iki insan arasında başlıyormuş. Çıkıp gitmiştim. Üç gün Selim’de kaldım. Üç gün karnım şişti, şişti, şişti. Sabahlara kadar içimi kediler tırmaladı durdu. İnsan denen mahlûka bir ağızın fazla, bir kıçın az olduğunu o gün anladım.
Susmayı öğrendim. Evde sustum. İşte sustum. Hayatta sustum. Sustukça yedim, sustukça içtim. Sindiremedim. Habire şiştim. O keskin köşelerim, yuvarlaklaşıyordu günden güne.
Sonrasında konuşmak zor gelmeye başladı. Adeta her şeyin kontrolü benim dışımdaydı artık. O sıralar konuşanı sevmiyorlardı zaten. Konuşanlar da…
Sustukça bilmiyorum sandılar. Onlar konuştu, ben sustum. Dışarıya susmak, kendi içimdekilere kızmaktandı belki. Belki de kendi içimdekilere artık güvenmemekten. Bunca laf kalabalığında insan kendini içine kilitliyor. Bir huzur halesi gibi oturmuştu başıma yalnızlık. Deliler gibi işe verdim kendimi. Para kazanmam lazımdı. Çocuklar vardı. Sabahlara kadar çeviri yaptım. Bulabildiğim her yere yazılar yazdım. Ayarsızca çalıştım. Yarınlar yokmuşçasına içtim. Sanki hayatım alkolden bir küreydi ve sürekli aynı yönde içersem kendime geri dönecektim.
Ayrılmamızın üzerinden üç hafta geçmişti ve şişmeye devam ediyordum. Bir başka doktor önerdiler. Bu seferki yaman. Yapılabilecek bütün tahlil ve tetkikler yapıldı. Pehlivan tefrikası gibi sonuç listeleri. Kilo haricinde hiçbir sorun bulamadı doktor hayretler içinde. Derhal diyete başlamalı ve bol yürüyüş yapmalıydım. Ayrıca hayat tarzımı değiştirmeliydim.
Hayat tarzım değişmeye başlayalı çok zaman olmuştu zaten. Değiştiğimi fark etmeden değiştim. Değişimin aniliği sanırım bizi korkutan, şaşırtan. Samsa gibi, geceden sabaha mesela. Yavaş yavaş böcekleşmek daha korkunçmuş oysa.
Acıtan şeyler, ısrarla acıyan yerlere dik geliyordu. Sonra yaralar nasırlaştı. Nasırlarıma alıştım. Kendi içimi yedikçe başkalarına sadece posam kaldı. Kendini incelemek, onarmak… Kalan ömrümü, eski beni bastırmakla harcamak. Zeminsiz kalmıştım artık. Zeminsiz ve zamansız. Kendimle göz göze gelmek bile canımı yakıyordu. Ortaya çıkan yeni beni ne ben sevdim, ne Ayşe.
Sonraki gün şişlik biraz yerinde sayar gibi oldu. Hatta indi bile sanki azıcık. O gün Ali ve Mine’yi okuldan alıp eski evime gitmiştim. Çocuklar ve Ayşe’yle birlikte yedim akşam yemeğini. Tanıdık kokular. Bildik nefesler. Sevdiğim sesler… Balık vardı. Salatayı ben yaptım.
Terapi günlerimiz gelmişti aklıma. Yatağın başucunda duran iyi geceler hapı. Kendimizden başka her şeyden medet umduğumuz günler. Çoğu sorunun sebebi birbirimizle nasıl konuşacağımızı bilmemekken, sorunların konuşarak çözülebileceğine inandığımız günler.
Her şeyi değiştirmeye hazırdım. Cesaretim vardı. Her şeye baştan başlayalım, dedim. Bir tereddütle yaşamak, bilinen tüm hataları yapmaktan daha korkunç, daha pişmanlık verici değil miydi nasılsa? Hayalcilikle suçladı beni Ayşe. Aceleye gelen birçok şey gibi yakışıksız, tutarsız, hatta biçimsiz olsa bile, ustaca kendini teselli etmekten daha değerliydi benim için bu hayal. Biz ise çakma bir huzurun gölgesindeydik. Yapay, kimyasal ve her an kışkırtılmaya hazır.
O günlerde memleket yangın yeriydi. Bizse bunca hay huy içinde, kendi dertlerimizi düşünecek kadar insanlığın sıkıntılarına yabancılaşmıştık. Kendimden iğrendim.
Şaşkınlıkla görüyordum ki hayat denen şey, ayrı ayrı mucizelerin bir araya gelip rutine dönüşmesiymiş. Bizi bu rutin öldürecekti. Tüm günleri bir şapkanın içine doldurup, her sabah rastgele birini çekebilirdim. Hepsi birbirinin aynı. Öyle sıralı ve sıradan.
Biraz geçmiş sayıklamaları, biraz bugün telaşı, az da gelecek kuluçkası. Geriye dönüp baktığında hatırladıkların gelecekle ilgili tahminlerinle aynıysa ne yazık. Sonuçta doğal yollardan mutlu olamayan sentetik ve alkolik bir yaşam formuna evrildim. Akşam oldu mu, bilmediğim bir mecraya külçe gibi inmek istiyordum. Pırıl pırıl bir hafıza, çiçek gibi bir kafayla. Dilsiz ve köksüz.
Ümit etmek, aynı yara bandını aynı yaraya defalarca tükürükle yapıştırmak gibiydi. Artık tutmuyordu. Ben de bırakmıştım.
Evdeki yemekten birkaç gün sonra iyice arttı şişlik. Hastaneye yatırmaya karar verdi doktorlar. İçimi açıp baktılar. Boşluğuma bir boşluk daha bıraktılar. Hevesleri, keşkeleri, ihtimalleri, beklentileri karnımın içinden çıkaramadılar.
Damdan düşenin halinden hekim değil, damdan düşen anlar dedim, kaç dostla konuştum. Bazıları feleğin çemberinden geçmiş, bazıları etrafından dolaşmış. Kimseye tam anlatamadım. Kimse anlamadı. Empati yalanmış. Acı da tek başınaymış, mutluluk da.
Dünya dediğin şey ah vahlardan oluşmuş bir anılar topağı. Karnını yarsan içinden keşkeler fışkıracak. İnsanlarsa tüm kibriyle çaresizliğini, ümitsizliğini, önemsizliğini aynanın arkasına koymuş, bu eksik yansımasına hayranlıkla bakıyor. Hoşgörüyle kutsayıp, sırtını sıvazlıyor benciliğinin. Kendi kaygılarının fanatiği olmuş. Kimse kimsenin umurunda değil. Köseleye dönmüş ruhumuz ve tenimizle artık kir tutmuyoruz. Yerimizden öyle memnunuz ki, en ufak dalgada midemiz bulanıyor.
Bu boş vermişliğin ortasında, eski hırçın günlerimi çok özlüyorum. Takma adlara başvurmadan, kendi imzamla kalemimden kan damlayan yazılar yazmak istiyorum yine. Çocuklara kaşlarımı çatmak, gerektiğinde Ayşe’yle kapışmak istiyorum. Bütün kendini bilmezlerin karşısına geçip, doğrusu budur demek istiyorum. Bu durgun sulardan çok sıkıldım.
Oysa birazcık çalkalasam kendimi, tortum da olacak, köpüğüm de. İkisinin arası zaten hayat.
Bu akşam yeni evde şiş karnım ve ben yine yalnızız. Piyaz yaptım. Rakı da var.

İsmail Akman kendisini bir yolcu olarak tanımlıyor. Ellilerin kıyısında. Denizli’de yaşıyor. Arada uyanıyor. İki küçük fili var. Aklında da ne çok iş… Bütün bu yolların, yaşların, işlerin, düşlerin ve fillerin doyurulmasına çalışıyor. Şu sıra yorgun. Kitabını bitirdi. Kapağını daha göremedi.