Tiffany’de Kahvaltı denilince, akla hemen ikonik güzelliğiyle Audrey Hepburn ve Hollywood’un altın çağlarından kalma romantik komedi film gelir. Holly karakteriyle sinemaseverlerin gönlünde taht kuran bu film, aslında aşk hikayesinden daha fazlasını barındıran bir roman uyarlamasıdır. Yazar Truman Capote, Tiffany’de Kahvaltı adlı novella’sında Holly’nin lüks tutkusu üzerinden maskelediğimiz kimliklerimizi, gerçek benliklerimizi irdeler. Hatta bildiğini okuyan Holly ile cinsiyetçi toplumsal baskılara nazikçe meydan okur. İlk bakışta sadece “eğlenceli” görünen bir hikayeyi, yeni bir bakış açısıyla okumak ve izlemek ister misiniz?
NİLGÜN KARATAŞ

Tiffany’de Kahvaltı (özgün adıyla Breakfast at Tiffany’s) denilince herkes gibi aklıma ilk gelen Audrey Hepburn olur. Holly Golightly karakteri öyle yakışmıştır ki güzel aktriste, onu hep öyle hatırlatırız. Meşhur siyah elbisesi, upuzun sigaralığı, boynundaki gösterişli gerdanlığı, kısacık kâkülleri ve havalı topuzuyla bir moda ikonu olarak zihnimize yerleşen kadın aslında Audrey değil, Holly’dir. İsterseniz Audrey Hepburn’un 1954’te “Roman Holiday” ile kazandığı Oscar görsellerine bakın, oradaki kısacık saçlı güzel kadının Holly ile alakası yoktur.
Bazı karakterler var ki ünü yazarını geçiyor. Holly de öyle bir karakter. Tiffany’de Kahvaltı’da da film kitaptan, Holly de yaratıcısı Truman Capote’den önce hatırlanıyor. Kendimden biliyorum… Tiffany’de Kahvaltı’yı çocukluğumda izlemiş olsam da Truman Capote’yi yazar olarak keşfetmem çok sonraki yıllara rastlar, hayranlığım ise 2005 yılında, yine bir kitap uyarlaması olan başka bir film sayesinde oldu. O yıl yazar Gerald Clarke tarafından kaleme alınan Truman Capote biyografisini, yönetmen Bennett Miller sinemaya uyarladı ve ortaya çok etkileyici bir film çıktı.Tabii bunda yazarı canlandıran Philip Seymour Hoffman’ın çok büyük payı var. Zaten Hoffman da, Truman Capote performansıyla o yıl En İyi Erkek Oyuncu Oscar ödülünü kazanmıştı.
Bir başka yazının konusu olabilecek bu film beni o kadar çok etkilemiş ve Capote’yi o kadar çok merak etmiştim ki; hemen her ikisi de Sel Yayınları’ndan Türkçe’ye kazandırılan Tiffany’de Kahvaltı ve biyografi filmine konu olan Soğukkanlılıkla kitabını okuyuvermiştim. 20. Yüzyıl Amerikan edebiyatının en önemli eserlerinden Soğukkanlılıkla’yı başka bir yazının konusu yapmak üzere Tiffany’de Kahvaltı romanına, daha doğrusu novella’ya dönmek istiyorum.
Öncelikle söylemeliyim ki keyifle okunan, keyifle izlenen ve ilk izlenimden çok daha derin anlamlar taşıyan bir eser Tiffany’de Kahvaltı. Meral Alakuş’un çevirisiyle yayınlanan kitabın tanıtım yazısı da şöyle:
1940’lı yılların New York’unda hareketli cemiyet hayatı öğleden sonra barlarda içilen martinilerle başlar, Tiffany’de edilen şampanyalı kahvaltılarla son bulurdu.
Bu renkli hayatın ilginç simalarından Holly Golightly, küçük dairesinde erkek arkadaşları için verdiği ev partileri ile dikkat çekiyordu. Görünüşte eğlenceli ama yüzeysel bir hayat süren Holly’nin yaşamı çözülmeyi bekleyen sırlarla doluydu. Genç bir yazar adayı ise bu sırları çözmek için çoktan yola çıkmıştı bile…
Truman Capote, bir klasik haline gelen bu uzun öyküsünü 1958 yılında yazmış ve büyük bir başarı da elde etmiş. Hikayenin ana karakteri Holly, yaşam tarzıyla yüzeysel biri gibi görünüyor. Bir yazar olan anlatıcı Fred karakteri üzerinden akan romanın başlıca temalarının yalnızlık ve aidiyetsizlik olduğunu keşfettiğiniz anda, Holly’nin aslında ne kadar karmaşık bir karakter olduğunu anlıyorsunuz. Özgür ruhlu, gizemli ve çekici bir kadın olan Holly, Tiffany’s mağazasının vitrinine bakarak kruvasanını yiyip, kahvesini içerek geçiştirdiği kahvaltı alışkanlığı, onun yaşama bakışının görünen kısmı. Bu noktadan sonra sadece bir kadının lüks tutkusunu değil, insanların maskeli kimlikleri ile gerçek benlikleri arasında uçurumlar olabileceğini görebiliriz.
Holly ile Hürmüz’ün ‘acıklı’ benzerliği
Holy bizim Hürmüz’ü hatırlatır biraz da… Truman Capote’nin 1958’de yazdığı Holly ile Sadık Şendil’in 1962 yılında yazdığı tiyatro oyununa ve Ezel Akay’ın yönettiği 2009 yapımı filme konu olan Yedi Kocalı Hürmüz’ü benzeştiriyorum. Delifişek görünen ama bir o kadar da duygusal iki kadın karakter. Hayalindeki hayat için zengin adamları kullanan, daha doğrusu gönül ilişkisi yaşıyormuş gibi yapan ancak bir türlü aradığı mutluluğu bulamayan kadınların temsilcisi ikisi de. Holly de, Hürmüz de komik gibi görünen yaşantılarına karşın içlerinde acıklı hikayeler barındırır.
Zaten Capote’nin ironi ve mizah barındıran dili yaptığı tahlillerle “Breakfast at Tiffany’s”i sadece bir romantik komedi olmaktan çıkarır. Yazar sadece o dönemin New York’unu değil, kapitalist çağın her döneminde yaşayan insanların profilini incelikle sunar. Kitabı okumayan, filmi izlemeyenler için spolier vermemeye gayret ederek bazı metaforlara değinmek istiyorum. Her yazar gibi Capote de karakterlerinin psikolojisini, duygusal durumlarını, yaşamlarını ele alırken bazı simgeler kullanıyor. Bu noktalara dikkat edersek Capote’nin anlattığını ve anlatmak istediklerini daha net okuyabiliriz diye düşünüyorum.
‘Ürün yerleştirme’ değil lüksün simgesi
Hollywood ve reklamcılar ‘ürün yerleştirme’ hilesini 1920’lerde keşfetmiş olsa da, Capote’nin bir markayı hikayesinin adına vermek için kimseden para aldığını sanmıyorum. Evet kitap ve elbette film, ünlü mücevher markası Tiffany & Co. için harika bir reklam aracına dönüşmüş durumda, ki marka yıllardır bunun ekmeğini yemekten çekinmiyor. Bunun araştırmasını yapmadım ama yazarın bu markayı tamamen metafor olarak kullandığını düşünüyorum. Tiffany bu hikayede zenginliğin, lüksün, özlem duyulan başka bir yaşam tarzının simgesidir. Holly Golightly’nin hayallerinin somut halidir Tiffany’i. Bir anlamda rahat, zengin ve istikrarlı -evet istikrarlı- bir hayat arayışının temsilcisi.
Filmde dikkat etmemiz gereken bir karakter daha var; o da kedi. Holly’nin güçlü bir bağ kurduğu kedisinin adı “Cat” yani “Kedi”, yani hem adı konmuş hem de adı konmamış biri. Romanda Capote, Holly’nin kedisiyle olan ilişkisi üzerinden içsel çatışmalarını, duygusal karmaşıklıklarını anlatmaya çalışırken, kahramanımızın duygusallığını, kırılganlığını da gözler önüne serer.
Holly ‘özgür kadın’ arketipi olabilir mi?
Bu arada bambaşka biri olarak tarif edilse de Holly, tüm aşırılıklarına karşın romanda “özgür kadın” arketipidir. 20 yaşındaki Holly Golightly, romanın yazıldığı yıllar düşünülürse pek çok kadının aksine canının istediği gibi yaşar, ancak birçokları tarafından bu özgürlük kısıtlanmaya çalışılır. Mesela, komşu Madame Sapphia Spanella, Holly’nin yaşam tarzından rahatsız olduğu için sık sık polisi aramakla tehdit eder. Holly’nin yaşamına müdahale edenleri savuşturma becerisine de özel bir anlam yükleyebiliriz. Capote, Tiffany’de Kahvaltı ile kadınları belli kalıplara sokup, ataerkil beklentilere uymasını isteyen toplumsal cinsiyet dinamiklerine de meydan okumuş diyebiliriz. Bu pencereden bakınca Holly, tam da ‘özgür kadın’ arketipine uymuyor mu?
Holly’nin kimden esinlendiği konusu bir zamanlar çok konuşulmuş tabi, Truman Capote’nin arkadaşı Marily Monroe’dan ilham aldığını söyleyenler olmuş. Ancak Capote, bu konuda “parlamak için büyük şehre gelen, ancak sönüp giden genç kızları anonimlikten kurtarmak” istediğini söylemiş. Yani Holly tek bir kadını değil, içinde bir çok kadını barındıran bir kahraman. Ayrıca Capote’nin, Marilyn Monroe için “Güzel Bir Çocuk – A Beautiful Child” adında başka bir kitabı var.
Tiffany’e dönecek olursak hikayenin daha fazla detaylarına girmeden, biraz da filmden söz etmek istiyorum. Geçişi ise Holly’nin sözleriyle yapalım.
Bu hayatta zengin ve ünlü biri olmayı istemezdim demiyorum. Bu benim planlarımda var ve günün birinde bunu başaracağımı da umuyorum. Fakat böyle olsa bile benliğimin peşim sıra gelmesini isterdim. Güzel bir sabah uyanıp da Tiffany’de kahvaltı ettiğim zaman bile yine kendim olmak isterim.
Tiffany’de Kahvaltı Hollywood tarihinin önemli filmlerinden biri. Roman 1961 yılında yönetmen Blake Edwards tarafından beyaz perdeye uyarlandı. Audrey Hepburn’ün Holly Golightly olarak canlandırdığı karakterle özdeşleşen filmi, iki aşığı anlatan bir romantik komedi olarak da izleyebilirsiniz, kitaptan izler arayarak da…
Çılgınlar Kraliçesi ve Beyazperde farkı
Türkiye’de ilk kez “Çılgınlar Kraliçesi” adıyla 1963’te gösterilen, sonraki yıllarda TRT sayesinde kitlelere ulaşan “Breakfast at Tiffany’s” filminin kitaba pek sadık kaldığı söylenemez. Film, Truman Capote’un aynı adlı romanından uyarlanmış olsa da, bazı önemli değişiklikler içerir. Hollywood’un altın çağına damgasını vuran bu film, romanın temel öğelerini korurken, özgün bir yorum da sunar.
Kitap ve film arasında en önemli farklardan biri, romanın tonu ve atmosferiyle film arasındaki farklılıklar olması. Roman, daha derinlemesine bir karakter analizi ve toplumsal eleştiri içerirken, film daha çok romantik-komedi unsurlarına odaklanıyor.
Filmin yönetmeni Blake Edwards, romanın bazı karakterlerini değiştirmiş veya kaldırmış. Holly karakteri bile filmde daha naif ve romantik bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Filmde Audrey Hepburn’ün performansı, karakterin çekiciliğini ustaca yansıtırken, karmaşıklığını da kısmen yansıtıyor. Romanda Fred, anlatıcısı ve yazar kimliği ile çok önemli bir figür. Ancak filmin senaryosunda, bu karakterin rolü değişmekle kalmıyor, George Peppard’ın canlandırdığı Paul Varjak adında başka bir yazara dönüşüyor.
Bu arada film zamanında eleştirmenler arasında bazı tartışmalara da yol açmış. Özellikle Mickey Rooney’nin canlandırdığı Mr. Yunioshi karakteri, zamanla eleştirilere maruz kalmış ve kültürel duyarlılık açısından sorgulanmış. Bu karakter kitapta yer alsa da filmde o kadar karikatürize ediliyor ki; Mr. Yunioshi üzerinden Asyalıların aşağılayıcı bir şekilde tasvir edildiğini söyleyenlere hak veriyorsunuz. Gerçekten de dikkatli baktığınızda ırkçı bir yaklaşım sezebilirsiniz; hatta o yılların Amerika’sına gidip, Uzakdoğu’dan gelen göçmenleri düşünürseniz buradan bir tez konusu bile çıkar. Ancak şunu söyleyebilirim ki; kitapta bir Japon fotoğrafçı var ama o kesinlikle Mick Rooney’in canlandırdığı kişi değil! Yani Capote bu konuda masum.
Fonda unutulmaz “Moon River” şarkısı
Breakfast at Tiffany’s görsel şöleni, unutulmaz performansları ve unutulmaz müziğiyle sinema tarihinde kendine sağlam bir yer edinmiş filmlerden biri. Filmde bizzat Audrey Hepburn tarafından seslendirilen Moon River adlı duygusal romantik şarkı bol ödüllü besteci Henry Mancini’ye ait, sözlerini de Johnny Mercer yazmış. Bu şarkı Mancini ve Mercer’a hem Oscad hem de Grammy ödülünü kazandırmış.
Bu arada yazının sonuna gelmişken en büyük spolier’ı da vereyim: Romanın sonu, filmdeki gibi değil. Filmde daha romantik mutlu son tercih edilmiş. Kitapta zaten Holly ve Fred arasındaki ilişki çok daha karmaşık. Ayrıca filmde Holly’nin geçmişine, çocukluk yıllarına, yaşadığı zorluklara pek değinilmiyor. Holly’i daha yakından tanımak isterseniz kitabı okumanız gerekiyor.
Tabi bu değişiklikler filme değerinden bir şey kaybettirmiyor, hele de üzerinden bunca zaman geçmişken. Sinema ve edebiyatın dinamiklerinin farklı olması her zaman, bir eserin tıpatıp anlamını mümkün kılmıyor. Ben önce filmi izleyip, sonra kitabı okumuştum. Tiffany’de Kahvaltı ile ilk kez tanıyacaklara tavsiyem, önce kitabı okumaları, daha sonra filmi izlemeleridir. Tersini yapsanız bile aynı keyfi alacağınıza eminim…

H. Nilgün Karataş
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden “gazetecilik yapmayacağım” diyerek mezun oldum ve yıllarca Milliyet, Dünya, Günaydın, Akşam, BusinessWeek Dergisi, Para Dergisi ve Hürriyet Gazetesi’nde “çok severek” çalıştım. Uzmanlık alanım ekonomi gazeteciliği olmasına karşın kitaplar ve filmler beni her zaman büyüledi, hayatı onlar üzerinden çözümlemeyi sevdim. Hep yazdım, çok yazdım; ilk yayımlanan romanım Defne ya da Bazı Tuhaf Hayatlar oldu, Halen Suare Dergi, Bianet, Distopya ve Yeni Sinema Dergisi için yazarken öykü, roman ve senaryo çalışmalarımı da sürdürüyorum. Bu arada ikinci üniversite olarak İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe Bölümü öğrencisiyim.


