Gönül Yasemin Ölmez
Mutfak tezgahının tam ortasına gelecek şekilde terazilenmiş, çift kanatlı, ahşap çerçevesi yeşile dönük pencereye, arada bir başını kaldırıp bakıyordu. Geleni görebildiğimiz, gideni bahçe kapısına kadar uğurladığımız bu pencerenin perdesini hiç örtmezdik biz.
Kalan yemeği tencereden küçük saklama kabına boşalttı. Lavabonun içine koyup, önce bir tur durulatıp, bolca deterjan döktüğü süngerin sert kısmıyla ovalamaya başladı. Kenarda duran krom telini de aldı süngerin içine. Sürttü, sürttü, sürttü… Kapının açılıvermesiyle sandalyeyi bitiştirip oturduğum masanın altından tutup, sandalyenin ön iki ayağını yerden çektirip, biraz da geriledim.
“Düşersin bak, yapma öyle.”
Boşlukta hissettim kendimi duyamayınca bir an. Bakışlarımı annemden çekip, kapıya döndürdüm. Bir ayağıyla açılan kanadı tutarken, kapının koluna da tutunmuş, başını sağa sola sallıyor, dipsiz bir kuyunun içine düşmüşçesine kömür karası gözleriyle etrafı tarıyordu. “Hayırdır bu saatte!” söylemimle, koldan elini çekip, sigarasından derin bir nefes alırken, diğer eliyle kalçasına düşmüş siyah donunun belini çekiştirdi. Ayağı hala kapıdaydı.
“Goca paranın ölen ninesinin donları mı üzerindeki? Bir lastik geçiriverselermiş bari. Ne kadar acımasız şu insanlar,” deyiverişime bin pişman olsam da, söz ağızdan çıkmıştı bir kere. Deliydi deli olmasına da, sağır değildi.
Yerden gözlerini kaldırıp, gözlerime dikip, ağzında tuttuğu dumanı üfledi uzun uzun Fadik. Annem havluyu fırının koluna astı. “Nazmiye yengeyi, getirdiler artık bugün hastaneden,” derken havluyu tekrar eline alıp, bulaşık selesinin içindeki tencereyi ovalamaya başladı.
Yanına gidip boynuna sarıldım. Acımız kimliklere daraltılmayacak kadar ortak, birinde benimki bir fazla, diğerinde onunki. Bir yıl olmuştu daha, hem annesini hem eşini on gün arayla kaybedeli. Tencerenin bir kulpu onda, diğerini ben tutum.
“Yeter anne ya. Bak; ayna gibi parlıyor,” sözümü, tencerenin içine düşüveren bir çift damlayla kestim. Elinden alıp ocağın üzerine koyarken kapağını da örttüm. İlk kez görüyordum onu böyle.
“Tamam kızım, tamam. Yok bir şey,” deyip çekmeceli konsolun önüne yürüdü.
Elbette tamamdı. Çeliktendi bizim her şeyimiz. Eyvallah eder miydik Azrail’e. İndi onlar bir kez ölüler diyarına. Styx Nehrinin kayıkçısı Kharon’u, üç başlı köpek Cerberius’u ve ruhların üç yargıcının kalbini yumuşatmak için her günün gecesinde bakmıştık birlikte o pencereden gökyüzüne. Bir şans verilmişti aslında onlara da Orpheus ve sevgilisi gibi. O, uzun, karanlık yol boyunca yürürken ve son ana kadar direnmişken, ışığı gördüğü anda bakmasaydı ardına. Bu hata ile sevgilisini sonsuza dek yitirdi. Şimdi kim karanlıkta, kim aydınlıkta? Kim bilebilir!
Eğilip en alt çekmeceyi açıp rastgele bir yemeni çıkardı. Anlamıştım o an.
“Sakın geleyim deme ardımdan, hadi Fadik gidelim kızım,” derken terliklerini giymiş, peşinden giden Fadik, iki eliyle tutuyordu siyah eşofmanını belinden.
İki gündür yanmayan sokak lambasının önünden geçerlerken, annesinin el fenerini tuttu duvarın üzerinden gözüme. Peşleri sıra başları beyaz namaz örtülü kadınlar geliyordu. Kapının önünden içeri döndüm.
Masanın üzerinde kalan ekmek kesme tahtasını lavabonun içine alıp selenin içindeki bıçakla kazıdım, üzerine yapışık ekmek kırıntılarını. Zamansızdı biliyorum. Kurdanıyı çevirdim yavaş yavaş. Su damlacıklar halinde döküldü. Kolumla yanağıma değen köpükleri sildirdim.
Gittikçe yakınlaşan müziğin sesiyle başımı çevirdim yana. Diğerlerine göre, ışığı çok farklıydı bu dizinin görselleri gibi. Bugün izleyeceğimiz bölümün fragmanında Asmalı Konak yanıyordu.
Yanmayı izlemeyi beklemekle, ölmeyi bekleyeni izlemek arasında ne fark vardı ki? İkisi de kül olup gidecekti, ruhlarını geride bırakıp. Tam da istediğim şey.
Anneannemi, gasilhaneye döndürdüğümüz evin alt katında yıkarlarken, (ben dışarıda duvarın köşesinde, ayağımın yanından geçen köpük köpük sulara dalmış, bildiğim tüm duaları okurken içimden) tarladan ineğini sağmış, elinde süt bakırıyla geçmekte olan “Eee.., üzülme kızım. Düğünü bayramı artık onun bugün,” deyiveren kadından öğrenmiştim. Ondan önce giden tüm sevdikleri eşlikçilermiş o an, ona ve tüm musalla taşında yatanlara.
“Yalnız değil. Mahşere kadar birlikteler artık,” demişti. Açık duran kapıya bakıyorum. Nazmiye nineyi çok severdi babam.
Sandalyeye oturup bitiştirdim yine masaya. Öznesini yitirmiş gözlerim, sürahinin yanındaki su dolu bardağa bakıp, dalıyor. Müzik yükseliyor, ışık çekiliyor, ekran kararıyor birden. Başımı eğdiğim beyaz naylon masa örtüsünün üzerinde bir karaltı, ben yaklaştıkça büyüyor.
“Bu kadar uzun değildi ki boyun” deyişime homur homur, homurdanıyor.
“İyi o zaman” deyi veriyorum. “Ben büyütmüşüm belli ki seni gözümde.”
Su bardağını çekiyorum önüne. “İç” diyorum. “Uzun yoldan geldin, az biraz nefeslen.”
Baktım ne su içiyor, ne de konuşmaya hevesli, başlıyorum sallanmaya. Daha hızlı, daha hızlı sallanıyorum salıncak misali. Ağlayan bir çocuk sesi geliyor kulaklarıma. Görüntüde diz kapakları kanıyor. Düştüğü yerden eline bulaşan toprak, sicim gibi dökülen, silmek istediği yaşlarla gözlerinin içine dolmuş, çamurlaşmış yanaklarında.
“Ağlama bakiyim, çocuklar düşe kalka büyür,” diyor boncuk boncuk bakan mavi gözleriyle gözlerine değip. Oturduğu yerden kalkıp ahşap tavanda, kancaya asılı hasır sepeti indiriyor yere. Bir avuç renkli leblebi getirip döküyor, toprak içindeki küçük avuç içine.
“Önce ellerini yıkamalısın,” demiyor. “Daha çok var,” diyor göz kırpıp.
Sandalyenin ön ayakları, ortalamayı alır gibi duruyor bir an. Karaltı hızla küçülürken, arka ayaklar hızla geri gidiyor.
Toprak rengi pantolon, çizgili polo yaka tişört üzerine aynı renkte ceket. Ayağında kahverengi deri ayakkabılar. Saçlar o biçim. Tıraş, sinek kaydı. Valizi yerde, sağ elinde sigarası, sol eli her zaman olduğu yerde. Tam kalbinin üzerinde. Onca işi yeni bitirmiş gibi yine hali, telaşla koşarak geliyor, elindeki gezmelik çantasını savura savura. Bildiğin hababam sınıfının Adile’si. Gülüş on numara. Bir çanı eksik elinde, bir de Şaban yoktu bizim evde. Büyük kardeşlerim; Gırgır zırt, fırt, okuyup gülerlerken ben de onlara bakıp gülerdim. Hayal etmek güzeldi, gülen yüzlere bakarken.
Koşarak gidiyorum yanlarına okulun tahta çitini itip. “İki günlüğüne kızım, döneceğiz hemen” derken annem, babam onaylarcasına başını sallayıp, ablamın üç makas darbesiyle yere döktüğü, (o bitler, hep Sevgi’den geçerdi aslında başıma) kabarık saçlarımı karıştırıyor avuç içleriyle. Güneş doluyor gözlerimizin içine. Işıklar, renkler, gökyüzünden alabildiğine yağıyor üzerimize. Önümüzde duruveren otobüse biniyorlar iki adımda. Ben kollarım yukarıda, ellerimi tüm gücümle sallarken, yanımda bitiveren sınıf arkadaşıma, “Biliyor musun ben onu çook seviyorum,” diyorum.
“Kimi, ayy, aşık mı oldun sen? Kime, kime, hadi söyle. Çok iyi sır tutarım ben,” derken o, ellerim etek uçlarımda, ayağımda içi iplik dokulu çizmelerle zikzaklar çize çize dönüyorum tahta çitin içinden okula. Zil de çalıyor zaten.
Duymuştum daha sonra, bir sürü atıp tutmuş. Ali, Veli derken, kırk dokuz, elli tane isim saymış da, bir onun adını tutturamamış. Komik kız, her gün birine aşık olurdu.
Sandalyenin ön ayağı gidiyor ileri. Kavruk dudaklarını tırmalıyor tırnak uçlarıyla.
Bardağa bakıp “İçsene,” diyorum. “Nemlensin de aç şu iki dudağını. Sana mı biriktirdim sanıyorsun içimdeki tüm güzel sözleri. Madem geldin elinde amel defteriyle Azrail gibi, sorgusuzca girdin içeri. Hadi oynayalım o zaman, o çok bildiğin, bir görünüp, bir kaybolma oyununu. Belki bu defa bulabilirsin arkanı döndüğün yerde beni.”
O gün otobüse binip gittiği, ama geri döneceğini bildiğim gibi, git dedim ben ona.
Nereden bilebilirdim?
“Ben gidersem bir daha dönmem” deyişine mi kanacaktım, verdiği tüm sözleri sanki bir bir tutmuş gibi. Ah o ince kalem parmaklar, kaç kadehi tuttu yeşil kırma zeytin tabağına ekmeği banıp, yağlı yağlı. Hem o değil miydi?
“Dalında asma yaprağı büyümeden koparıp dolma yapılmaz, bırak kızarsın biraz daha domatesler, gök daha evladım,” diyen. Ne gerek vardı sanki bu kadar metafora. Dümdüz söyleyeni mi olmamış hiç ne! İnsanız yahu, insan. Ruhlarımız birleşiyor, elele geziyorlar şimdi. Ohh, miss.
Bak ben de biriktirmişim; korkmuşum, utanmışım, hırslanmışım, öfkelenmişim, yok sayılmış, yok saymış, hatta kaçmışım zaman zaman. Pencereden gözledim her gün, öfkeyle gelişini, umursamaz gidişlerini. Bir söz, öylesine istemeden söylenen, katil mi yaptı şimdi beni?
Asmalı konak yanıyor.
“Ağlama anne, ağlama” diyor çocuk. “Canı sağolsun.”
Bırakıyorum tutunduğum masayı. Tak… Sandalye düşüyor dört ayağının üzerine sarsıntıyla. Homurtu kesiliyor birden. Bardağı tutuyorum. İçiyorum suyu kana kana. Yerimden hızla kalkıp, kapıya yürüyorum.
“Kapatmamıştım,” derken terlikleri geçiriyorum ayaklarıma. Sokak lambası hâlâ sönük. Yürüyorum karanlıkta duvar dibine kadar. Namaz örtülü kadınlar ellerini göğe açmış dua okuyorlar başında.
“Soluğu ağzından çıkarken gırtlağını yırttı adeta” diyor elinde Kur’an-ı Kerim tutan kadın yanında duran diğer kadının kulağına.
Namaz örtüsünün, boynunun altındaki düğümünü açmaya çalışan başka bir kadın da, “Öldü,” diyor dışarıda merdiven başında oturan kızına.
“Ben korkarım, gelemem,” diyor o da kadına.
Başka bir namaz örtülü kadın, “Çenesini bağladım, bıçağı da getirinde koyalım, bağırsakları şişmeye başladı,” diyor.
Fadik kapı önüne hazır edilmiş iki büyük kıyafet poşetini, duvar dibine dikili bırakılmış bir çift ayakkabıyla alıyor ellerine. Yürümeye başlayınca ayağındaki don düşüyor aşağıya.
“Tövbe estağfurullah,” diyor başındaki örtünün ucuyla ağzını kapatıp, gülmesini örtmeye çalışan kadın. Fadik oracıkta eğilip, poşeti açıp içinden çıkardığı basma donla değiştiriyor üzerindekini.
“Hahh oldu bu sana,” diyor gülmesi geçmeyen kadın. Sokak lambası cızırtılar çıkarıp yanıyor birden. Yürüyüp gidiyor Fadik ayaklarına sürtünen poşetlerle. Ne önünde ne de arkasında tek bir gölge.
“Yaşamak için deli olmak lazım.”

Gönül Yasemin Ölmez, Bodrum’da doğdu. Lise mezunu. Yirmi üç yıllık çalışma hayatında özel sektörde satış danışmanlığı ve mağaza müdürlüğü yaptı. Derin okuma ile başlayan kendini geliştirme eğitim yolculuğunu, mitoloji ve yaratıcı yazarlıkla halen devam ettiriyor. Bu süreçte iki kollektif kitapta öyküleri de yer alan Gönül Yasemin Ölmez, yazı yolculuğunu sürdüyor.

