Henize Nilgün Karataş’ın “Defne ya da Bazı Tuhaf Hayatlar” romanını okuduktan sonra şunu düşünebiliriz: Defne’nin başına gelen fantastik bir roman kurgusu mu yoksa yaşamın akışı içinde algılamakta ve inanmakta zorlandığımız olaylardan sadece biri mi? Hayat gerçekten bizim bildiğimiz gibi akmıyor olabilir mi? O zaman paranormal olaylar üzerine soru yağmuruna var mısınız? Çağatay Ergör, Paranormal Olaylar kitabına tam da bu soruyla başlıyor: “Paranormal Olaylar Üzerine Soru Yağmuru.” Sadece sorular var, yanıtları yok, doğrusu da bu…
MEHMET MOLLAOSMANOĞLU

Hamile bir genç kız apartmanın on ikinci katından düşüyor ama bir süre komada yatıp kendine geldiğinde hafızasını kaybettiği için bu düşüşün bir kaza mı yoksa cinayet girişimi mi olduğunu hatırlamıyor. Defne o kız. Tamam, diyorsunuz, roman şimdi Defne’nin başına ne geldiğini kademe kademe anlatacak ve merak ettiğimiz yanıtı en sonunda bulacağız. Romanın adı: Defne ya da Bazı Tuhaf Hayatlar.

Romanlarda bile bir klişe ortaya çıkmış ki farkında olmadan konunun girişinden nasıl gelişeceğini pat diye kestirmeye çalışıyoruz. Sakıncalı mı, değil elbet, merak unsuru bir eseri diri tutacak bir kavramdır ama bu eserde yanılıyoruz işte. Hiç sandığımız gibi değil, beklediğimiz türden gitmiyor olaylar. En başından beri paranormal bir şeyler var ama dikkatli dikkatli okunmazsa gözden kaçabilir ya da kız komada ya, o yüzden sanrı gördüğü zannedilebilir. Tam bu noktada Defne’nin öyle kolay okunacak, sayfaların peş peşe çevrilecek bir kitap olmadığını belirteyim. Dikkatli okumak ve satır aralarını atlamamak gerekiyor, uzun betimlemeler ve gereksiz diyaloglarla konu boğulmadığından her bir cümle sonraki okuyacaklarımızın anahtarı gibi. Bir göle düşürdüğümüz madalyonu arıyoruz ama su biraz bulanık, madalyon parlayıp gözümüze çarpmayacak biz madalyonu görmek için şartlarımızı zorlayacağız.
Baştan hissedilen ama tam emin olunamayan paranormal yapı birkaç bölüm sonra iyice ortaya çıkıyor. Çünkü Defne kendine geldikten sonra diyor ki, “Adım Deff, 2222 yılından gelerek Defne’nin bedenine girdim ve bebeğin sağlıklı doğması için görevliyim.” Aile diziliminden ve atalarının geçmişindeki bir sorunu düzeltmesi gerektiğinden söz ediyor. Bunları kime anlatıyor? Telepatik olarak iletişim kurduğu Servan’a. Servan kim? Defne’nin refakatçısı ve aynı zamanda ablası ola Selma Rıza’nın apartman komşusu gizemli bir adam. Üçü aynı hastane odasındalar ve Selma Rıza duymasın diye ikisi kendi aralarında telepatiyle anlaşıyorlar.
Deff gerçekten gelecekten gelen biri mi yoksa Defne’nin terapistinin iddiası gibi komadan çıktıktan sonra hafızanın gerçekte mümkün olmayan şeyler ürettiği, bilimde de karşılığı olan tıbbi bir vaka mı? Evet romanın merak unsuru beklentileri alt üst ederek Defne niçin on ikinci kattan düştü sorusundan sıyrılıp anlatıp durduğu ütopik/fantastik hikayeler gerçek mi sorusunu merkezine alıyor.
Gelecekten geldiğini iddia eden Deff bir performans sanatçısı olduğunu söylüyor, detaylar veriyor. Memleketinin adı Katpatuka, Mauna Loaland adlı bir ülkede ama Deff seçkinlerin ülkesi Mauna Kealand’a taşınmış ve statüsünü arttırmış intersex (hermafrodit-çift cinsiyetli) bir birey. Hikâye ne kadar ilginç değil mi? Ülke ve şehir isimleri güzel seçilmiş, üçünün de fonetiği kulağa hoş geliyor, bir web aramasıyla yazarın bu isimleri nereden bulduğu/türettiği anlaşılıyor ve seçimlere saygı duyuyoruz.
Bu arada roman kahramanı olan abla Selma Rıza’ya dikkat! Esasında Selma Rıza Feraceli 1931 yılında ölmüş ilk Türk kadın gazeteci ki, aynı zamanda kadın hakları konusunda yazılmış ilk eserlerden Uhuvvet’in de yazarı. Benim gibi bilmeyenlere kitabın bir katkısı da bu oluyor işte. Yazar Henize Nilgün Karataş (Henize ne güzel bir isim) romanının başkarakterine Selma Rıza adını vererek ve üstelik onu güncel bir şair, yazar ve kadın hakları aktivisti şeklinde kurgulayarak romanın ana teması olan ‘kadın hakları-kadın direnişi’ adına simgesel bir imza atıyor, hoş bir ayrıntı.
Kitabın sonunda Defne’nin cam kulede başına ne geldiğini asla öğrenmiyoruz, zaten konu oralardan çok daha başka yerlere gidiyor, ama pek çok merak edilenin yanında o soru da bir kenarda duruyor. Bir de Deff’in geldiği 2222 yılında uğradığı küçük komplonun yol açtığı sorunların çözülüp çözülmediğini de öğrenemiyoruz. Belli ki yazar bunu özellikle yapıyor, belki Deff’in tekrar geri geleceği ikinci bir kitap için belki okurun zihin jimnastiği yaparak boşlukları kendi doğasınca doldurması için. Kaldı ki bu türlü kurgularda okuru şartlayan sonları ben de sevmem, bir eser okuyanın hayal dünyasına da yer açmalı, eser o zaman eserdir.
Bu arada, sadece roman okumuyor, aynı zamanda bilgileniyorsunuz, neredeyse bir alternatif bilim ansiklopedisi elimizdeki. Satır aralarında Hellinger Terapisi, Lazarus Efekti, Mandela Etkisi, Lusid Rüyalar türünden parafiziğe açılan kapılar olarak niteleyebileceğimiz konular da yer alıyor. Bunu yanında edebi dili ve tarzı da koyu edebiyatseverleri tatmin edecek düzeyde. Çok benimsediğim iki cümleye yer vereyim:
Benim saçma sapan diye adlandırdığım birinin gerçeğidir, onu saçma bulmam benimle ilgili bir durum, ben ya da sen başkalarının gerçek algısını değiştirecek kadar yüce varlıklar değiliz.
Her insanın hayatında en az bir ‘aykırı’ arkadaşı olmalıydı; sadece yaşamı renklendirmek için değil, delikler, pencereler, kapılar açarak zihnimizi havalandırmaları ve ruhumuzu olması gereken yere uçurup kondurmaları için.
Kitabı tek bir cümleyle özetleyeceksem; bazıları bilim kurgu okuduğunu düşünürken kendini eleştirel ve derin felsefi sorgulamalar içeren bir edebiyat eserinin içinde bulur, bazılarıysa bireylerin varoluş sancılarını ele alan bir edebiyat eseri okuduğunu zannederken bilimin mantıksal temellerini koruyarak, gelecekten gerçekçi ve kapsamlı kesitler sunan bir bilim kurgunun cazibesine kapılır, Defne ya da Bazı Tuhaf Hayatlar öyle bir kitap işte.
Peki Defne’nin başına gelen fantastik bir roman kurgusu mu yoksa yaşamın akışı içinde algılamakta ve inanmakta zorlandığımız olaylardan sadece biri mi? Hayat gerçekten bizim bildiğimiz gibi akmıyor olabilir mi? Yaşamın iskeleti olan ışığın ve sesin sadece belli bir frekans aralığını görebiliyor ve duyabiliyorken farklı frekans aralıklarında neler olduğunu asla bilemiyor muyuz, o perdeyi aşamıyor muyuz? Yoksa hemen burnumuzun ucundaki o perdenin bir adım ötesinde olup bitenlere tanık olabilecekken şartlanmış beyinlerimizin kalın duvarını aşamadığımız için algılarımızın üzerine gitmeyip mantığımıza kurban mı edip duruyoruz? Paranormal olaylar üzerine soru yağmuruna var mısınız?

O zaman Çağatay Ergör’ün Paranormal Olaylar kitabına bakacağız. Yazar eserine tam da bu soruyla başlıyor işte; “Paranormal Olaylar Üzerine Soru Yağmuru.”
Sadece sorular var, yanıtları yok, doğrusu da bu, yanıtlarla eserini dört köşeli bir kutu yapmaktan kaçınmış. Daha doğrusu yanıtları okurun algısına ve becerisine bırakmış diyelim. Şöyle: Kitap beş bölümden oluşuyor, “Yaşanmış Paranormal Hikayeler,” “Ölüm Ötesi Deneyimler,” Paranormal Yetiler,” “Sahipli Evler,” ve “Doğaüstü Korku Öyküleri.”
Her bölüm birbirinden ilginç yaşanmışlıklar ve hikâyelerle dolu. Özellikle en sondaki ‘Evimden Şüpheleniyordum, Yanılmamışım’ edebi ve bilimsel temasıyla dikkatimi çekti; paranormal olgular nedir, doğaüstü ya da bilim dışı sayılabilecek safsata durumları mıdır sorularıyla göz ardı ettiklerimize çözüm arayan bir yapıya sahip.
Çağatay Ergör kendi deneyimleri, araştırmaları ve en sonundaki öykülerde de hayal gücünü kullanarak bu eseri ortaya çıkarmış. Aslında yazar çok genç birisi, 95 doğumlu fakat dijital medya, sosyal medya ve özellikle Youtube kanalı aracılığıyla paranormal olaylar üzerinde yayın yapıyor, ben de oradan takip ediyorum. Şimdiden ele aldığı konularla dikkat çekmeye başlamış, ileride adını çok duyacağımızdan eminim.
Bu kitapla ilgili eklemek istediğim bir şey daha var. Yaşanmış Paranormal Hikâyeler bölümünde yer alan ‘Kitap İşe Yaradı, Fakat…’ adlı yaşanmışlıkta Defne’de tanık olduğumuz olayların bir kısmına benzer biçimde telekinezi, astral seyahat, bilinçli rüya kavramlarıyla ilgili zihin açıcı kısa bir anlatıya şahit oluyoruz.
Yazar bu kitapta yayımladığı farklı kişisel deneyimlerin sonuna araştırmacı kişiliğiyle kanaat getirdiği tahminlerini, düşüncelerini ve öngörülerini eklemiş. Onlardan biri:
Bazen kabul edilmiş yazılı ya da sözlü düşünceler gözlemlerle birlikte hükmünü yitirir. Belki keşifler ‘acabalardan’ ibaret kalır ama hayat çizgisinin anlatıldığı gibi ilerlemediği ortadadır artık.
Son sözüm; yaşam zor ama onu anlamak daha zor. Kavrayabildiğimiz kadarıyla geçiriyoruz ömrümüzü, ruhumuz ise kavrayışımızın miktarınca olgunlaşıp gidiyor bu yaşamdan. Sonra? Sonrası paranormaller işte.

Mehmet Mollaosmanoğlu
Yazar ve İnşaat Mühendisi. Alanya’da doğdu. İlk ve ortaöğretimini de aynı şehirde tamamladı. İlk eseri olan Ataerkil’i 2007 de yayımladı. Tanınırlığı ikinci romanı Ata Mezarlığı ile arttı. Kaos Kuramı’ndan yola çıkarak, “Çin de kanat çırpan bir kelebek ABD de bir fırtınaya neden olabilir” temalı Kelebek Etkisi modellemesini örnek alan yazar, eserlerinde genellikle yeryüzünün herhangi bir köşesinde herhangi bir zamanda ortaya çıkmış bir olgunun, bir başka yer ve zamandaki muhtemel en kaotik sonucunu kurgulayarak hikâyeleştirme yoluna gider. Eserlerinde gerilim teması kuvvetlidir, sık sık da fantastizm ve siyasal/sosyal kurgu izleri görülür. Yazarın kaleme aldığı 13 kitabı bulunuyor.


