Arzu Kurt
Rüya Atlasımın bu ayki konuğu Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün romanıyla Murat Gülsoy. Bir nevi gündüz düşü bu roman. Zamanın donduğu, lineer akışın durduğu bir dünyada, varoluş yavaş yavaş siliniyor. Bu durum belleği, kimliği, anlamı, geleceği yok hükmünde yüzümüze vuruyor.
Fiziksel ya da dinsel bir kıyamet değil bu. Zamanın çöküşü üzerine distopik bir yorum. Aynı zamanda varoluşsal sorgularla dolu bir kâbus; o yüzden atlasıma işaretlemek istedim.
Geleceğin yok olmasıymış kıyamet, bunu anladığım anda geçmişin de yok olduğunu fark ettim. Ne de olsa gelecek geçmişin intikamını alırken onu ayakta tutar. Oysa şimdi zaman akmıyor. Gelecek yok. Düşmanını kaybeden geçmiş de kendiliğinden solup gidiyor.
Belleğini yitiren geleceğini kuramaz.
Geçmiş geleceğe aktarılabilirse anlam kazanıyor. Olumlu bellek hem bireysel kimliği hem de toplumsal kimliği inşa ediyor. Olumsuz, travmatik hatıralar bile, intikam amaçlı da olsa bir anlam kazanmaya; unutmamaya, aynı hatalara düşmemeye ve hatta yüzleşmeye yarıyor. Yazarın değişiyle onu ayakta tutuyor.
Murat Gülsoy; sadece fiziksel değil, belleksel bir mekân olan “ev” üzerinden geçmişi geleceğe bağlayan mekâna, yabancılaşma ve tekinsizlik üzerinden bakıyor.
Artık uyumuyorum. Hiç. Bitti. Gecenin olmadığı bir yerde uykunun ne işi var? Tabii rüya da yok. Rüya ortadan kaybolunca gerçeklik de yok oldu… Bütün mesele evle ilgili. Ev kadar tanıdık bir yerin değişmiş artık yabancı bir yer haline gelmesi ve yine de tanıdık olması. Evet bu ancak bir rüyada olabilir.
Ev en güçlü kronotoplardan biri. Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası adlı eserinde şöyle der: “Ev, bir insanın rüyalarını biriktirdiği, geçmişle bugünü bağlayan bir mekândır.” Bireyin kimliğini inşa ettiği belki de ilk alandır. Bu mekâna aşinalığın kaybı, belleğin de kaybıdır.
Kaplumbağalar adlı bölümde yazarımız; “Sırtında evini taşıdığını zanneden zavallı hayvanlar, aslında başından beri tabutlarının içinde olduklarının farkına varamadan yok olmuşlardı” der. Ev bazen geçmişin, geleceğin bazen belleğin, umudun mezarı olur. Ve ekler; “Kim bilir? Bir başkasının gözünden dünya nasıl bir yerdir?”
Yine de pes etmez.
Meleklerin göç haritası sandığım bir çizim vardı duvarlardan birinde…Her şey sona ermeden önce bu duvarı bulabilmiş olsaydım belki o zaman durum farklı olabilirdi… Parmaklarımla çizgilerin üzerinden geçerek başka bir varoluşun mümkün olduğunu hayal etmeye çalıştım.
Ben de zamanımıza ait tüm negatif olaylara rağmen başka bir varoluşun, her şeyin daha güzel olduğu bir dünyanın ümidi içindeyim. Ya siz. Bu satırları okuyorsanız; siz de öyle olmalısınız. Yazmak, okumak, düşünmek cesaret ve umut içerir.
Bir kaplumbağa, uzun keçeleşmiş saçlarıyla bir adam, dazlak bir kadın, asla büyümeyecek bir çocuk ve bir at adam. Eski dilde konuşuyorlardı. Birden çok anlama gelen kelimelerle yapılan bu konuşmayı tercüme etmek mümkün değil. Rüyaların anlatılabildiği bir dil. Çok boyutlu. Birçok noktadan uzayın her yanına yayılan küresel dalgalar gibi, birbirlerini kestikleri yerlerde oluşan çoklu anlamların baş döndürücü etkisi… Gündüz olmasına rağmen gökyüzünde bir yıldız kaydı. Hepimiz gördük, onlar anlatabildi.
Sanki kolektif bilinç dışından süzülüp gelmiş bu grup sadece hatırlamanın değil, geçmiş ve geleceğin de yok olduğu o kıyamet gününde var olmanın da izini sürüyordu. Zamansız, o anda, sanki rüyaların anlatabildiği eski bir dil gibi bellekte ışıldadı. Tercüme edilemez bu dil, unutulmuş ya da henüz öğrenilmemiş; geçmişe ve geleceğe ait bu dil, bilinç dışının belleğe sızdığı bir sanrıydı. Onlar anlatabildi çünkü rüya dilini konuşuyorlardı.
Dört kişilik masada bir sandalye boş… Anne çayları tazeliyor. Baba kızına eski dilde bir masal anlatıyor… ufaklığı da çeşmeye yolladık şimdi gelir diyor… Çeşmenin başındaki çocuğu düşünüyorum…
Metal kova bir türlü dolmuyordu, oysa çeşmenin suyu gürül gürül akıyordu… Çocuk durumdan şikayetçi görünmüyordu…Hiç bitmeyecek bir ânın içinde olduğunu bilmiyordu… Onlara bu ânın içinde sıkışıp kaldıklarını söyleyemiyorum. Yeni dil bu durumu ifade etmeme izin vermiyor.
Zamanın durması, hafızanın tuzakları, bir ânın içine hapsolmak temaları arasında yolumu kaybediyorum. Eksiklik ve boşluk hissi dolmayan sandalye ile zihnimde zamanı donduruyor. Hiç geri gelmeyeceklere ve bu yitik ruhuma ağlıyorum. Belleğim fasit bir çemberin içinde döngüde. Zamansız bir zaman olabilir mi?
Bu yeni dilin sessizliği, ifade gücünden yoksunluğu daha okurken beni yoruyor. Zaman dışı kalmak, dilsiz kalmak, hayalsiz kalmak sanırım asıl kıyamet bu.
Bazen “geçmiş geçmez” bizimle yaşamaya devam eder. Böylece şimdi ve gelecek geçmişi hep içinde taşır.
Bellek denilen şeyin organik bir zaman makinası olduğunu artık daha iyi anlıyorum. Zaman durduğunda bellek de bir işe yaramıyor belli ki.
Bellek, sadece geçmişi hatırlamaz; onu işler, kurgular, geriye dönük olarak yeniden üretir. Geleceği hayal eder. Organik zaman, mekanik, ölçülen zamanla her zaman örtüşmez. Bir ses, bir koku, bir tat sizi yıllar öncesine götürebilir. Aynı Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde kitabında “Madaleine Keki” olarak bilinen metaforundaki gibi. Kahraman, bir fincan çaya batırdığı keki tattığı anda çocukluğundaki büyükannesinin evinde geçirdiği günleri hatırlar. Bu bilinçli değil duyusal istem dışı bir hatırlamadır.
“Zaman zaten içimizdedir.”
Tüm bu karışık duygularla doluyken yazmak eylemini ve kitapları hatırladım. Zaman durmuş olsa bile kitaplar -hangi kitaplar- bize hafızamızı geri vermez miydi?
Yazarımızın ona da bir cevabı vardı. Harf kumulları.
Bazı yerlerde raflara kadar tırmanan kumul kitapları büyük bir iştahla yutmaya hazırlanırken donup kalmış bir sürüngene benziyor… İçlerinden birini çekip aldım. Bile bile boş sayfaları çevirdim. Tüm harflerin kayıp gittiğini zemini kaplayan kalın kum tabakasının bunlardan oluştuğunu biliyordum tabii.
Boş sayfalar unutulan bir geçmişe ait. Harfler silinmiş ama yok olmamış, kum olmuş. Söz diziminin olmadığı harf yığını, “ölü bir metin”. Tüm hafıza hastalıkları beynime üşüşüyor. Ölmeden oluşan bu ölümden korkuyorum. Yine de bu harf kumulu inancımı canlı tutuyor. Biri, bir gün harfleri yan yana dizer diye umutlanıyorum.
Tam da bu anda Gülsoy’un Zaman Şövalyesi çıkıyor karşıma. Büyükçe bir duvar saatini ameliyat ediyor. Çarklar, yaylar, vidalar, akrep, yelkovan ölü bir balık gibi kenarda yatıyor. “Çalışacak mı?” sorusuna üniformasını göstererek cevap veriyor. Kumaşın üzeri bröve nişanlar yerine akrep ve yelkovanlarla kaplı. “Çocukluk hayalim” diyor Zaman Şövalyesi. Delirmiş saatçiyi arkasında bırakıp, zamanın akmadığı sokağa çıkan kahraman sis bedenini sararken belleğinde birtakım anıların uyanacağını sanıyor.
Fotoğraf çekme otomatının perdesini araladım. Bana tıpatıp benzeyen bir kadın aynada kendine uygun pozu belirlemeye çalışıyordu… Bu ben miydim? Beni tanımadığına göre onun geçmişinde değil geleceğinde olabilirdim. Keşke zaman bu şekilde durmamış olsaydı. Belki o zaman onu tanıyabilirdim.
Şimdi geçmişi içerir, geçmişle birlikte geleceği yaratır. Şimdi sadece andan oluşmaz. Geçmişin tüm deneyimi, hatıraları içindedir. Gelecek yapılan seçimlerin, kararların sonucudur. Onu da geçmiş tecrübe belirler.
Şimdi geçmişin keşkelerini, geleceğin ihtimallerine iliştirir.
“Yekpare geniş bir ânın parçalanmaz akışında” yaşamak bir maharettir.
İnsan her zaman korkacak bir şey bulur. Artık korku yok. İyi o zaman. Hayır iyi değil. Çünkü korkacak bir şeyin olmaması çok kötü. Her şeyin sonuna vardık demektir.
Varoluş sorgusu olmadan, belleğimize dayanarak geleceği hayal etmeden korkuyla baş edemeyiz. İyi bir gelecek için korkmak ve geçmişi hatırlayıp ders çıkarmak gerekir. Geleceği yaratmak şu an ellerimizde.
“Artık göremiyorum. Eskiden geleceği görürdüm.”
“Neden?”
“Çünkü o zaman gelecek vardı.”
“Çıkar mıydı gördükleriniz?”
“Duruma göre…Ben muhtemel gelecekler içinden birini görürdüm ancak kişinin o geleceği yaşamayı seçip seçmemesi yine kendine kalırdı.”
Kader diye boyun büktüğümüz gelecek, geçmiş kararlarımızdan ibaret değil mi? Ya da biraz görmüş geçirmişlerin öyle yaparsan bu olur uyarıları kehanet sayılmaz öyle değil mi? Geçmişten ders almayı ne zaman başaracağız. Denenmiş hataları tekrar tekrar yapıp iyi sonuçlar beklemeyi bırakabilecek miyiz? Bizi ileri taşıyacak olan ders alanlardan ders almaktır.
“Geçmişten adam hisse kaparmış…Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
“Tarih”i “tekerrür” diye tarif ediyorlar.
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mi ederdi.”
Mehmet Akif Ersoy bir tekerrürden bahsediyor. Yüz yıldan daha uzun bir süre geçmişken hâlâ toplumsal hafızamızın zayıflığından muzdaribiz. Kolektif bellek iktidarın bir eylemi olan “resmi unutkanlık” ile sınanır. Toplumsal travmalar bastırılır, yok sayılır, sessizliğe terkedilir.
“Hep trene binip uzaklara gitmek istemiştim. Olmadı. Zaman bitti. Oysa yol hâlâ yol. Uzaklar halen uzak. Ama sen artık sen değilsin, dünya aynı dünya değil.
Belleğin unutulduğu, gelecekten umudun kesildiği kesişme noktaları yeni doğumlara gebedir. Hem bireysel hem toplumsal kimlik krizleri yeniden inşa için bir aşama olmalıdır. Kıyamet sonrası bu dünyada yaşamak istemediğimi düşündüm. Kaçtım. Aynı yazar gibi.
Fotoğrafın içine girdim. Bunu yapabileceğimi bilmiyordum.
…
“Ne güzel bir an.”
…
“Sayende artık değil.”
…
Ben aslında… Bu ânı bozmak istememiştim…
“… Nereden çıktın sen?”
“Hiç… sadece fotoğrafına bakıyordum.”
“…Nerede?”
“…Alçak damlı bir evin salonunda.”
“Annemlerin evi orası.”
“Burası.”
Bir anlığına onu şaşırttığımı düşündüm.
“… Sen bu evin salonunda duran bir büfenin üzerinde unutulmuş çerçevenin içindeki fotoğrafsın…”
“Ne hayal gücü ama” Kibirli bir gülüş. “Güneşimi kapatıyorsun…”
Bellek hatırlarsa var olur. Gelecek hafızamız olmadan kurulamaz. Şimdide gölge yapan herkes. Şşşt siz! Güneşimi kapatmayın.
Birdenbire karşımda belirdi…
…
“Size de oluyor mu? Gözlerimi kapıyorum, sonra açıyorum, başka bir yerdeyim.”
“Hayır, bana olmuyor sanırım…”
“O halde üzgünüm sizin için.”
“Yok üzülmenize gerek yok.”
Ben de gözlerimi kapadım, ardından açtım ama ne yazık ki aynı yerdeydim, tek kişilik hücrem az önce bıraktığım gibiydi. Bozuk bir mekân-makinesini çalıştırmak istercesine durmadan gözümü açıp kapıyordum. Açıp kapıyordum. Beton duvarlar. Açıp kapıyordum Beton duvarlar. Açıp kapıyordum. Beton.
İbret alınmayan geçmiş, geleceğin önüne beton duvarlar diker. Kıyameti beklememek lazım. Yıkın beton duvarlar. Yıkın beton duvarlar. Yıkın. Duvarlar.
“Zaman her şeyi öldürüyor.”
“Belki de… ama artık zaman olmadığına göre…”
“Hatırlamıyor olmak çok fena.”
“Hatırlayıp da ne yapacağız?”
“Kim olduğumuzu bileceğiz.”
Biz kimiz? Belleğimizin yapısı, zamanı algılayışımız, bireysel ve toplumsal hafızamız dilimiz ve kimliğimiz. Sanırım hepsiyle bir bütünüz. Bellek kimliği yaratır. Hafıza şimdiyi şekillendirir. Şimdi bundan aldığı güçle geleceği gerçekleştirir.
Belleğin görevi geçmişi geleceğe bağlamaktır. Bellek geçmişte kök salar, geleceğe yaprak açar. Dil, anlatı, yeni bakış açısı geleceği kurmanın bir adımıdır. Yazıyla kalın.

Arzu Kurt, Karabük doğumlu, evli, iki çocuk annesi. İstanbul’da yaşıyor. Denize ve kitaplara aşık. Uludağ Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü mezunu. Bir kamu bankasında şube müdürü olarak rakamlarla geçen yılların ardından emekli olup kelimelere yöneldi. Yaratıcı yazarlık atölyelerinde başladığı ikinci kariyerinde kolektif kitaplarda altı öyküsü ve iki dergi yazısı yayımlandı. Yazı yolculuğuna Suaremag’da devam ediyor.

