İsmet Ümit
Sürekli aynı rüyayı görmek, ait olmadığın bir zaman diliminde zorunlu dans partisi gibidir. Buna bir nevi paralel evren sanatı da diyebiliriz.
O rüyada halka ibret olup, korkmaları ve sinmeleri için; biz suçluların Koca Semyonovski meydanına dizilmemiz, ölmeyi beklerken, göz göze gelişimiz ve onun umursamaz tavırlar ile etrafı süzüşü…
Uzun süre düşündürmüştü beni. Öyle ya, bu yaşanılan; düzleme ait gerçekliklerden hiç birine uygun değildi. Uyumak ve uyanmak vardı, aynı ölmek ve dirilmek gibi devinim. Asla kaybolmayan tek gerçek; enerjinin yön verdiği gemiydi. Ben de uyku okyanusunda ki o geminin, garip yolcularından biri.
Bunları uzun süreler boyunca; kabus, pardon, rüya olarak görmekten daha da tanıl bir duygu olarak edinmiştim. Düşünmek ve olmak; enerjinin varlığının en büyük kanıtı değil miydi? Bir zaman sonra hayatla bağımız “kesilecek” belki de mutlu olacağımız bir düzlemde, yeni bir gerçeği yaşamaya başlamayacak mıydık.
“Kesilme” olayını çok üzün süre düşünmüştüm bu kabusları anlamaya başladıktan sonra. “Kesilme” neydi ki? Yok edilme, özelliğini kaybetme, ayrı bir parçaya ayrılma, hatta nefes denilen fani düzenin bitişi. Ez cümle; benim için kendi ipini çekebilme cesareti.
Yıllar sonra garip bir şekilde yine aynı rüyayı gördüğümde; anlamanın verdiği güvenle baktığım o gözlerde; inanmış, korkusuz Fyodor’un mağrur bakışları ve ben size yenilmedim diyen, cesur ruhunun yansıması vardı.
Oysa benim o zamana kadar defalarca, aynı rüya içinde, yüzlerce kez; ölüp ölüp dirilmem ve her defasında onun bu umarsız bakışlarıyla karşılaşmam, defahatle; garip bir meraka sebep olmuştu, berzah alemindeki ruhuma.
Aranızda tarihi belli, mutlak bir ölümü bekleyen varsa; ne demek istediğimi çok iyi anlayacağından, şüphe duymadan anlatmaya devam ediyorum.
Rüyamdaki o sahnede; İlk üç kişi kafalarında beyaz un çuvalından bozma haleleri ile kurşuna dizilecekken, o malum atlı, dört nala Semyanovski meydanına girdiğinde, hepimiz nefesimizi tutmuş ölüm sıramızı bekliyorduk. Atlı; Çar’ın bizleri affedip dört yılı kürek olmak üzere, toplam on yıllık bir ceza ile yeniden yaşar duruma getirdiğinin haberini verdiğinde ise Fyodor’un gözlerinin ışıltısı benim uyanışım olmuştu.
Onun gözlerinde ne gördüğümü sonradan daha iyi analiz ettikçe bu rüyanın kâbusluk mertebesi de üzerimden kalkmıştı. Anlamak travmalarıma merhem olup, huşuyla gelip, beni bulmuştu rüya okyanusunun içinde.
Fyodor ölümün tam kıyısındayken, yeniden kalbinin inançla atabileceği yemyeşil ovalara kabul edildiğinde; anlamam gerekenin, ölüm denilen o anın, ağlayarak kabul ettiğimiz bilinmez gerçekliğin haricinde, savaş alanındaki askerler gibi cesurca koşulan bir yol olması gerektiğiydi. Zaten o sırada ölümden öte köy mü vardı da biz gitmeyecektik?
Aslında ölmek basitti. Zor olan doğmak ve sonra da var olabilmekti. Zaten yaklaşık üç milyon yarışmacıyı, adeta maraton koşarcasına, alt ederek, altın madalya alarak dünyaya gelen bu beden, zaferlerin en büyüğünü daha doğduğu gün hak etmemiş miydi.
Ölümle yaşam arasında geçen kısa çizgiyi deneyimleyenler; yaşama sarılmanın ölmekten daha gerekli olduğunu anlamış olurlar.
Dünya denilen, görünen ve dokunulandan öte; bilinmeyen, koca canlının parçası olmak ve hatta üç milyon koşucunun koştuğu bir maratonu galip bitirdiğimizi hatırlamak en önemli kazancımız değil midir.
Evet benim rüyamda, Fyodor’un ölümle yaşam arasında kaldığı o anlar, gerçek birer tokattı. Uyanmak için bazen kaba kuvvet hatta hiç hoşumuza gitmese de sağlam bir şok gerekir. Fyodor ilk başlarda kabus olarak bana görünürken daha sonra başarmanın inanmanın abidesi olarak rüyalar yardımıyla korkularımı yenmeme yardım etmişti. Şu an hepinizin huzurunda büyük ustanın ruhuna teşekkürlerimi sunarım.
Sahi beş dakika sonra ölecek olmak nasıl bir duyguydu?

İsmet Ümit, Büyükada’da doğdu. Sayıları pek sevmese de; kelime ve cümle mühendisliğine çocukluktan beri aşık. Geçmişinde tiyatro ve işletmecilik ile yıllarca hemhal olmuştur. Yazdığı hikayeler çeşitli kolektif öykü kitaplarında yayımlanmış olup halen tüm dimağını yazıya yormaktadır. Edebiyat dünyasında Üstadı kirpilerin mesafesini ayarlayan adam, Sorgun’un babasıdır.

