İsmail Akman
Bir zamanlar çok olan şeyler artık çok olmayalı çok zaman oldu. Çok, azar azar azaldı. Adı hala çoktu her nasılsa ama kendi çok değildi. Azın adını ağzımıza almaya kaçar olduğumuzdan, hâlâ çok diyorduk azalana. Ağzımız çoka alışmıştı ama ruhumuz yadırgı duruyordu bu aza. Olanı paylaşmak zorken, kalanı zaten yokluk, kıtlık, açlıktı.
Eskiler derdi ki, buralara ilk gelenler Ali Haydar’ın atalarıdır. Cennet gibi olduğunu rivayet ederlerdi bir zaman. Uluların anlattığı, dedelerin duyduğu, babaların uydurduğu bir masal şimdi, ambarlardan taşan mahsul. Hasat zamanı bunalınca Çakırgözü’nde suya girenleri duy da inan. Beti benzi attı ovanın üç nesilde. Suyu çekildi, kanı kurudu. Yüzü tarazlandı, kocadı. Civandı, ölmelere durdu.
Hep bir büyüdük biz bu kurulukta. Ali Haydar, Gücük Selman, Harap, ben ve Balsarı. Boy boy kardeşlerimiz vardı. Kimini büyümeden verdik toprağa. Kimimiz anasını gömdü, kimimiz atasını, yaşımız kemale varmadan. Aynı rüzgâr dağıttısaçlarımızı. Aynı güneşte kavruldu tenimiz. Aynı sudan içtik. Yan yana evlerde, aynı ekmeği bölüşüp, aynı çorbaya kaşık salladık. Bel bağladığımız, bel vurduğumuz bu ihtiyar toprak, aynıydı.
Her kış Boz Atlı’ya adak adanırdı. Üç gün oruç tutulup cem yapılırdı. Bu kış da demlere vuruldu, semahlar dönüldü. Dar-ı didar olunup, çerağlar yakıldı. Dualar, kurbanlar, niyazlar. Yaza kadar umut oldu ovaya Hızır. Az yağdırdı, ardından baktırdı. Sonra yine sır oldu, sırra kadem bastı.
Sapsarı tozdu durdu ova, olan yaz. Taşlar, kerpiçler, damlar, camlar cayır cayır. Bun çöktü köyümüze. Bulutlar gözlerde kaldı. Gevremiş, kavrulmuş, kırılmaya durmuş sabırlar. Herkesin karnına oturmuş aldığı nefes, of demeye korkar. İncinir sonra başaklar, hala yarı boş, yarı dolu. Yarısı naz, yarısı heves. Koca ovanın canı tükendi uğraşmaktan, ummaktan.
Durup dururken kararıverdi hava bir sabah. Yaz ortası. Hasada var daha. Ekinlerin başı dik. Son yağmur şöyle bir tozup geçeli hayli olmuş zaman. Başaklar orak bekler, gönülsüz. Değirmen sabırsız. Bir çekirge sürüsü aldı ovayı. Mal maşat kaçıştı kuytuya. Bir uğultu bürüdü ki köyün üstünü, Kazıklı Dağ’ın eteğinden te Çolpan Suyu’na, her yer sapsarıdan kurşuniye durdu.
Yedi yedi çatladı mendeburlar. Art bacaklarının eğrisinden ölüm biçtiler. Kanları yoktu akıtacak ve dahi doyacak mideleri. Kül gibi kapladılar tarlaları. Ateşsiz, dumansız yandı gitti emekler, umutlar. Kıyım bittiğinde, başımız yumruklarımız arasında kalakaldık o akşamüstü.
Ak sekili atını ılgara kaldırıp koştu yağmalanmış tarlaların üzerine Ali Haydar. Çizmesinin körüğünde gıcım gıcım öfkesiyle köyün bir ucundan diğerine seğirtti. Ter ter tepindi boynu bükülmüş sapların üzerinde. Böcek leşlerine kurşun attı. Anasına avradına saydırdı. Hikmeti Huda, şu ucu bucağı umman ovanın altı üstüne gelir, dereler gerisin geri dağa akar, buna inanırdı da, başlarına bunun geleceğine inanmazdı.
Al yanaklı bebelerin kursağına durdu bir yudum acı süt. Analar, bacılar sütten kesildi. Kocaların, uluların hali, akıllara seza. Kimse inanamadı bu başa gelene. Kimsenin gücü yetmedi bu kıyıma sebep biçmeye. Her şey Hakk’tandır, amenna. O, gaffardır. Lakin kahhardır da. Amma niyedir bu melanet? Neyimiz eksiktir? Gayrı, kusur kimdedir?
Akşam alacasında bir gölge gördük, bütün köy. Herkesin kâh duvarının dibinden geçti atıyla, kâh penceresinde belirdi. Kimi kuyu başında gördü onu, kimi ahırının kapısında. Toplaştık homur homur. Herkesin gönlünde bir korku, her dilde bir dua. Dolaştık sokak sokak. Gölgeyi aradık. Aşağı yolda birden önümüze düştü. Biz durduk, o yürüdü yamaca doğru. Kabristanın alçak duvarından atladı, hiç sarsılmadan. Yürümez, uçar adeta. Ardı sıra sis gibi, buğu gibi bir şey, bir harmani, dumandan. Sen aklımıza mukayyet ol ey Şâh-ı Merdan. Arkasından koştu Ali Haydar, dur demeye kalmadan.
Soluğumuzu tuttuk, bekleriz. Ali Haydar dediğin, içi tez bir oğlan. Evvel babasının tedrisatından geçmiş, uluların divanında usul erkân görmüş. Meğer kazanı kapağı kapalı kaynar imiş. Emri Hakk vâki olup babası berzaha göçenden Azrail’e toykurur. El mecbur, anasını, kardeşlerini düşünmüş, dünyalık derdine düşmüş. Amma ne vakit ölüm olsa ovada, hamaylısını piştovunu kuşanır, köşe bucak Azrail aranır. Zahir bu sefer buldu dedik, canımız ağzımızda, çetin cenk bekledik.
Bir ışık, bir nur aldı yamacı. Gözümüzün akı yalazlandı. Enk beng olduk kırkımız. Üçümüz düştü bayıldı. Balsarı’yla Harap koştu ilk. Ardından Gücük Selman’la biz. Ağbat Baba’nın yatırının dibinde yatar bulduk Ali Haydar’ı. Boynunda avuç kadar balgamiden teslim taşı. Yanında baştan ayağa yeşile dönmüş urbası, üstünde pür çiçekten cübbesiyle, atlı durur. Yatırın etrafı yeşillenmiş, renk renk çiçeğe durmuş. Gözümüzü kapadık, açtık ki Kazıklı’nın kuz yamacına varmış, uzaktan el sallar. Gücük koştu Ali Haydar’ın yanına. Balsarı elinden piştovu aldı. Harap’la girdik koluna, kaldırdık. Sol eli yumruk, avucunda bir çıra, ucunda bir kese.
Biz önde, köylü arkada kuyu başına indik. Ali Haydar anlattı, biz dinledik. Odunlar toplandı meydana. Ali Haydar çıkardı çırayı, ateşi yaktı. Kesenin ağzını açtı, tohumları saca boşalttı. Tohumlar kavruldu. Kavrurgayı dibeğe döktük. Balsarı’yla Harap dibeğe vurdular. Suyla kardık. Hamur sacda pişerken Ali Haydar elini göğsüne koyup gülbangını okudu. Pişen ekmeği lokma lokma hepimize yedirdi.
Seher vaktine kadar dualar okundu. Gece güne dönmeye durduğunda, tan yerinde parladı Çolpan, ufkun beş ağaç üstünde, eskiden suyun aktığı yerde. Atını getirdik Ali Haydar’ın. Sakalını, bıyığını kazıdık. Urbasını çıkarıp bir tek teslim taşını astık boynuna. Gözlerini bağlayıp bindirdik ata, terkisinde bir kazmayla. Eşkin sürdü atını Ali Haydar, Çolpan Suyu’na doğru. Ardından baktık, ufukta kayboluncaya kadar.
Üç gün oruç tuttuk. Üç gün konuşmadık. Dördüncü günün sabahı, kerahat vaktinde Gücük getirdi haberi. Çolpan Suyu akar olmuş. Bütün köy koşuştuk çaya. Sabisinden ulusuna, delisinden velisine herkes aldı sudan nasibini. Her gözde bir mut, her dilde bir neşe. Ali Haydar’a methiyeler düzüldü, Boz Atlı’ya dualar edildi. Amma ve lakin bakındık, bekledik, Ali Haydar gelmedi.
Olsa olsa Çakırgözü’ndedir dedik. Harap’la Balsarı önde, Gücük’le biz arkada kaynağa seğirttik. Üç tepe aştık. Suya kavuşmuş yataktan yukarı tırmandık. Baktık ki su eski kaynaktan gelmez. Daha yüksektedir dedik. Çarşakların içinden düşe kalka yukarı tırmandık.
İkindiyin, daracık bir vadinin boğazına geldiğimizde bulduk kaynağı. Pınarın gözünde ulu bir erkek dut. Ali Haydar’ın alabacak atı orada, kazması orada, kendisi yok ortalıkta. Dağı oymuş Ali Haydar. İçinden bel kalınlığında su fışkırır. Sağa sola koşuşup bakındık, sırta çıkıp bağırdık. Vadi kazan biz kepçe, yok.
Derken Balsarı seslendi. Vardık baktık ki, erenler aşkına, dutun gövdesine gömülmüş Ali Haydar’ın teslim taşı, bize bakar.
Demine devranına hu diyelim. Hu!

İsmail Akman, kendisini bir yolcu olarak tanımlıyor. Ellilerin kıyısında. Denizli’de yaşıyor. Arada uyanıyor. İki küçük fili var. Aklında da ne çok iş… Bütün bu yolların, yaşların, işlerin, düşlerin ve fillerin doyurulmasına çalışıyor. Şu sıra yorgun. Kitabını bitirdi. Kapağını daha göremedi.

