Arife Sağman
1.
Herhangi bir sonbaharda, serin bir eylül akşamı. Keskin bir acı var havada asılı duran. Keskin acı usulca süzülüyor, bir gülümsemenin ardına gizlenerek görünmez oluyor. Tam on bir sene önce bugün, tıpkı bir frizbi gibi birkaç ev öteye savrulup hiçbir şey olmamış gibi geri gelip yerine yerleşen emektar kapı sistematik olarak açılıp kapanıyor. Rüzgârda gıcırdayan ahşap evin ve sağa sola çarpan sokak kapısının sesi kaplıyor zamanı, hatta zamanın kendisi oluyor. Ahşap evin gıcırtısı akrep, kapının çarpma sesi yelkovan oluyor, zaman sesle sayılıyor, ama neredeyse hiç geçmiyor. Arka bahçede kabuğuna çekilmiş kaplumbağa ailesi, sakin bir akşam dışında hiçbir şey istemiyor. Marul salatasını atıştırıp, akşamın melodisine kaptırmışlar kendilerini. Yuvada olmanın huzurunu yaşıyorlar. Bahçenin hâlâ hafifçe tüten ocağındaki küller bir şarkı tutturmuşlar, hep bir ağızdan söylüyorlar. Şarkı da ateş de sona yaklaşıyor yavaşça. Melodi azalıyor, kaplumbağa ailesi uyku diyarına göçüyor.
2.
Kadın. Mutfakta, mis gibi kokan helvasını kavuruyor; cümle geçmişe ve ağızda bir tat bırakacak geleceğine. Olduğu yere kök salmış, olmadığı yerlere gönül vermiş. Kadın. Mutlu bir hayatın sırrını çözmüş. Gün boyu konuşmak için açılmayan ağzı, kırmızı rujuyla -her gece- kor ateşe dönüşüyor. Konuşmayı istediğiyle gürül gürül çağıldıyor. Konuşmayı istediği; kara elmas gözlerin sahibi. Sadece o ve Kadın. Dünyanın ve yaşadığı kasabanın geri kalanı flulaşmış.
“Ahhh,” diyor Kadın, gözlerini kara elmas gözlere dikiyor. Duruyor, Kor Parçası’na bakıyor Kara Elmas, yutkunuyor.
“Neden gittin?”
Kor Parçası aralanıyor, “Neden gelmedin peşim sıra?”
Her şey, herkes susuyor. Çıt çıkmıyor. Yaprak düşmekten vazgeçiyor, duvar saati tik-taka ara veriyor. Kara Elmas buğulanıyor: “Gitme artık, gitmesen…”
“Yine gelirim” diyor Kor parçası.
Kadın. Okulun önündeki, oturdukları banktan kalkıyor yavaşça. Arkasına bakmıyor. Kara Elmas gözleri sırtında, koyu kırmızı hırkasında hissediyor. Kadının mini çiçekleri olan elbisesi ürperiyor bir an, koyu kırmızı hırkaya sokuluyor iyice, güvende hissediyor. Gidiyorlar…
3.
Helvanın kokusu evin her odasına dağılıyor. Kadın. Rüyasından hızlıca mutfağa geçiveriyor. Kapıyı yarı aralık bırakıyor. Ne de olsa yine gidecek Kara Elmas’ı görmeye. Bir kâse sıcak helva, bir bardak çay ile oturma odasının duvarındaki resme karşı oturuyor. İlk çatalı ağzına götürürken fotoğraftaki mutlu çifte bakıyor uzunca. Ne kadar da canlı ve yaşam dolu görünüyorlar. Oysa on bir yıldır onlarla başlattığı her sohbet sonunda monoloğa dönüşüyor!
“Fotoğraf biraz sararmış mı?” diye geçiriyor aklından. “Hâlâ alışamadım biliyor musunuz?” diyor. Önüne bakıyor, kafasını kaldırıp tabağı yandaki masaya bırakıyor usulca. Çiçekli patiskadan masa örtüsü kımıldıyor huzursuzca. Eliyle çekiştirip düzeltiyor masa örtüsünü. Açık pencereyle bir olup, savuruyor eteğini çiçekli örtü; etek ucundaki oyalar uçuştukça renk değiştiriyor. Bir mutluluk mavisi oluyor, bir hüzün moru. Masa örtüsü bir yandan rüzgârla dans ederken, öte yandan kıskançlıkla çiçekli elbiseye bakıyor göz ucuyla.
“Hâlâ alışamadım bu evdeki boşluğa, belki de hayatımdakine de. Geri kalan her şeye fazlasıyla alışığım,” diyor Kadın. “Hem de çok fazlasıyla,” diye ekliyor arka odadan kısık bir ses. Ses açık pembe çınlıyor. Kadın. Monoloğunu sürdürüyor.
“Siz bana doğum günümde yapardınız helvayı. Üzerindeki tek mumu birlikte üflerdik. Hiç uzun bir yaşam dilemediniz mi, sahi? Hani, hep birlikte yaşayıp gideceğimiz… Sadece benim için mi kullandınız dilek hakkınızı? Hep tek başımayım artık, görüyorsunuz ya… Senede bir gün, yani sadece bugün helva yapıyorum, mum koymuyorum. Ne de olsa bugün sizin…”
Susuyor. Yere bir damla gözyaşı düşüyor, ayakları altında deniz soğuğu… Yanağını elinin tersiyle siliyor.
4.
Mutfağa sanki düğün telaşı uğramış. Tepsi üzerindeki mavi cam kaseler, halaya durmuş gibi bir hizadalar. Helvanın son lokması nazlanıyor tahta kaşıktan düşerken. Komşular vurulan kapılarını şiddetten kurtarırcasına açıyorlar, mavi kaseler yabancı mutfaklar görüp yükünden kurtularak, içleri “Âmin!” dolu geri geliyorlar. Her kapı başka bir melodiyle kapanıyor. Kadın. Omuzları dimdik, başı yukarıda, gururla giriyor ahşap oymalı dış kapıdan kendi evine. Neredeyse, görevini başarıyla yerine getiren bir komutan edasıyla. Alışkanlıkla selamlıyor evdeki eşyaları. Hafif bir tebessüm oturmuş yüzüne. Tek tek gözden geçiriyor hepsini. Birçoğu ondan büyük olsa gerek. Eşyalar bir şeyler anlatmak istiyor, tam söze başlayacakken, elini havaya kaldırıyor kadın; “Biliyorum,” diyor. Artık tüm bu hikayeleri ezberledim. Bugün ara verelim. Peki ya şimdi? Ne olacak?” diye geçiriyor içinden.
Sonra bir an duruyor. Belki de doğru soru şu olmalı; “Ben ne yapacağım?” Edilgen cümlelerle geçen hayatına, öznesinin kendisi olduğu cümleler yazma zamanı gelmedi mi?
Ani bir hareketle geriye dönüyor, arka odadan mini pembe valizini getiriyor. Tam bir sene önce bugün, kadının son yıllarda kendine aldığı belki de tek hediye olarak girmişti hayatına Mini Pembe. Bugün, Mini Pembe ikinci, Kadın ise yirmi dokuzuncu yaşını kucaklıyor bu evde. Uzun süredir Mini Pembe aklını çeliyordu kadının. Olur olmaz anda “Hadi gidelim!” diyordu. “Ben çok sıkıldım bu evden, bu yaprağın düşmeye çekindiği, zamanın geçmeye üşendiği kasabadan. Bana acımıyorsan gençliğine acı…” diye fısıldıyordu kulağına. Kulaklarını kapayıp “Yapamam,” dedi defalarca ama dinletemedi Mini Pembe’ye. Israrından vazgeçiremedi. Sanki kulaklarından geçip beynine yerleşmişti bu ses. Yatak odasına şöyle bir göz gezdirdi. İki üç parça üst baş, anneden yadigâr altın takılar, minicik bir müzik kutusu ve komidinin üzerindeki fotoğraf çerçevesini yanına almaya karar verdi. Çok eşyaya ihtiyacı yoktu. Ne de olsa bu kısa bir yolculuktu, geri dönmeyecek miydi?
Sahi dönecek miydi?
Evden dışarıya adımını attığında herhangi bir sonbahardı, serin bir Eylül akşamı. Havada asılı duran keskin acı usulca süzülüp kadının gülümsemesinin ardına gizlenerek görünmez oldu. Anahtar kilitte ahenkle döndü, kadife sesiyle veda şarkısını söyledi kilide. Üçüncü kez çevrildikten sonra durdu, geri geri yürüyerek çıktı kilidin kalbinden. Anahtar, incecik bir boyna kolye oldu.
Işıkları yanan taksi evin önünde durdu, valizi bagaja yerleştirmek için arabadan inen şoför sordu: “Nereye gideceksiniz?”
Kadın cevap vermedi. Bir yandan gözlerindeki nemi kurutup, bir yandan gülümseyerek son bir defa daha baktı arkasında bıraktığı evine, sonra sessizce arka koltuğa yerleşti. O anda bir yaprak ağır ağır düştü dalından, sokak kapısı havada uçuştu, duvar saatinin tik-takları yeniden duyuldu…


