Başak Bıyıklı
Aynanın karşısına geçerken, haylidir uzun uzun bakmadığım yüzümü inceleyip, sevdiği erkeği kaybetmiş bir kadının gözlerini aramaktı niyetim. Gözlerindeki ifadeden dünyasının şifrelerini çözmek. O hiç tanımadığım ve bilmediğim dünyanın. Bana bahşedilmemiş olan dünyanın. Belki de bir önceki yaşamımın günahlarından yitirdiğim dünyanın. Elimi uzatıp henüz küçücük bir kızken yaralanmış yüreğinin derinlerine dokunmak istemiş olabilirim. Atışları hissediliyorsa hâlâ, avuçlarıma alıp o yüreği sarsmak, sarmak, sarılmak da. Haylidir aynanın önünde dikiliyorum. Kız çocuğu görünmedi. Bakındım. Aradım. Hatta seslendim. Gelmedi. Karşımda o küçük kız yerine, içi boşalmış muazzam bir yıkıntı var. Bir zamanlar dimdik kuleleri, kubbeleri, sütunları, salonları, balkonları ile davetkâr bu saray,artık iki karanlık delikten ibaret.
Bakılmadığından kararmış, dokunulmadığından yıkılmış, kendi temellerine çökmüş delikler. Camsız deliklerden sızan karalığa dalıp gitmişim. Gördüğüm boşluktan ve onu çevreleyen ruhsuz kabuktan korktum. Ürperdim. Gözlerimi sımsıkı kapattım. Küçükken sessizlikten korktuğumda, babaannemin bana nasıl sarıldığını hatırladım. Bana fısıldadıklarını bir dua gibi tekrarladım. Yum gözlerini bebeğim, sımsıkı yum. Ve içinden ona kadar say. Bak göreceksin her şey geçecek. Bir iki üç gördüklerim gerçek değil, dört beş altı gerçekler yıllar önce öldü, yedi sekiz dokuz o istese de artık beni yaralayamaz ve on şu an burada yalnızım.
Gözlerimi açtım. Delikler gitmiş. Yerlerini yorgun göz bebeklerim doldurmuş. Aynada bana bakan baygın, uykulu, torbaları karanlık gözleri dikkatle inceliyorum. İçimden bir şefkat dalgası yükseliyor. Belki biraz da acıma. Aynadaki surete üzülüyorum. Dudaklarımı ona yaklaştırıp kendi terimden buharlanmış gözlerimi derin derin koklayarak öpüyorum. Kendini öpmek. Uzaklardan bir baba ıslığı geliyor kulaklarıma. Tanıdık bir melodi. Yok yok, bu babam olamaz. Sevmezdi ıslık çalmayı. Şarkı söylemeyi de. Melodiden nefret eder, melodrama bayılırdı. Bana o öğretmediyse içimdeki ıslığı çalan kim. Sana yıllardır kim dokunmuyorsa o. İnsanın kulak kapakları olmalı. İstediğinde dibine kadar kapatıp gidebilmeli.
Birileri bu çalanı susturabilir mi? Nefret ediyorum ıslıktan. Dudakların öyle büzülmesi midemi kaldırıyor. İçimde bir yerlerde deli bir genç kadın kahkaha ile yanıt veriyor ıslığa. Dudaklarını büzerek, ‘çiiiiiiizz!’ diye bağırarak hastalıklı, korkutucu ve yaralı bir kahkaha atıyor. Filmlerdeki gibi yapay ve zorlama değil tonu. Acınası halimden bir komedya çıkartmışçasına çaresizce gerçek. Yıkıntının derinlerinde mavi temiz suların olmadığını hâlâ öğrenemedim. Her karşısında geçtiğimde umutla o küçük kızı aramaktan vazgeçmedim. Öyle bir kız yooook! Sadece deli bir kadın ve muazzam bir yıkıntı.
Tanrı varsa, ki babaanneme göre elbette vardı beni tam bir orospuya benzetiyordur. Hayallerini, geçmişini, kahkahalarını, ruhunu sayısızına satmış, sattıkça kaşarlanmış bir orospu. Orospu, bedenini para için satanlara denmez mi. Belki biraz kibarcası fahişe. Ben karşılığında biraz ilgi, şefkatli bir öpücük, merhametli bir bakış istemiştim. Deli kadın içeriden çığlık çığlığa bağırıyor. Ezik, diyor. Kendini satmanın kibarcası kabacası olmaz. Satmak satmaktır. Hem kim satmıyor ki kendini. Devir orospuların devri. Kendini satmayana bu dönme dolapta boş yer yok.
Önünde ömürlerin feda edildiği sanal sahnelerde sayısız -haydi kibar olalım- fahişe var. Hatta kim bilir kaçı şu anda, o karanlık aynanın önünde hayatının hangi sırrını ifşa ediyor. Hâlâ anlatacakları var. Benim gibi kendilerinden sıkılmamışlar. Aynaya her baktıklarında hayal kurabilecek kadar uykudalar. Örgü saçlı küçük kız çocuklarının hayallerini kuruyorlar. Temelleri sağlam, içinde kahkahaları kendinden deli kadınların yaşamadığı geniş salonlu, koridorları labirente dönmemiş, ışıl ışıl avizelerinden yarının sürekli göz kırptığı evlerde yaşayan, annesi ve babasının elini asla bırakmadığı küçük kızları. Bir de o kızların nasıl büyüdüğünü. Nasıl koştuklarını, nasıl yüzdüklerini, nasıl bisiklete bindiklerini. Ve nasıl düştüklerini. O kızlar da düştüler, eminim. Her düştüklerinde dizlerinde, dirseklerinde, avuçlarında yaralar açıldı benimkiler gibi. Ama o yaralara üfleyenleri vardı. Üflenen yaralar yüreklerinde kabuk bağladı. Sağlamlaştı. Bir daha açılsalar da acımadılar benimkiler kadar. Yarası kabuk bağlayan küçük kızlar sahneyi sağlam genç kadınlara bıraktılar. O kadınlar hiç yalnız olmadılar. Hırpalanmadılar. Kullanılmadılar. Terk edilmediler.
Ellerini içine alan avuçlar oldu, enselerini öpen dudaklar, dayanacak kucaklar. Ah o avuçlar, dudaklar, kucaklar…
Sırtım dönük atabildiğim birkaç adımdan sonra tekrar başladığım yere, aynanın başına dönüyorum. Yumduğum gözlerimi tekrar açmadan önce beni asla orospulukla suçlamayacağını bildiğim tanrıma sana tanrım diyebilir miyim? beceriksizce bir dua fısıldıyorum. beni duyar mısın, görür müsün, bana sarılır mısın, başımı okşar mısın, dağılan saçlarımı tarar mısın, ben seni bilmesem de sen beni bilir misin, kimseye inanmayalı çok oldu, inanmayalı çok oldu, çok oldu, çok, o günden beri dua etmedim, ben senin de beni bıraktığından emindim çünkü, babaannem derdi ki o her şeyi görür ve duyar ama sen görmedin be tanrım, be dedim kızma bana, biraz önce de orospu demiştim ona da kızma emi, ama görmedin, o parmakların istenmeyen yerlerde nasıl gezindiğini, o dudakların ben onlardan kaçtıkça nasıl kocaman ve şişkin balonlara döndüğünü, neden görmedin, neden duymadın öğürtülerimin asla kusmayla sonlanmadığını, kimse duymadı, kimse görmedi, sen de haklısın.
Kapı çalıyor. Kıpırdamıyorum yerimden. Kapımı kimse çalmaz. Haylidir çalmadı. Korkarlar benden. İstemezler karanlığıma bakmayı. Kapım hep kapalıdır. Onlara, başkalarına, diğerlerine. Tekrar çalıyor. Tekrar ve tekrar ve tekrar. Dayanamıyorum artık. Bırakıyorum duamı ve aynamı. Terliklerimi sürüyerek ilerliyorum. Zil sustu. Elim kapı kolunda kısa ve derin bir soluk alıyorum. Açıyorum. Karşımda iki genç erkek. Üniformalı. Ciddi. Ama korkmuyorum. Ağızları düz olsa da gözleri gülümsüyor. Kocaman kocaman bakıyorlar bana. Koca kanatlı koca gözlü melekler. Biri kara diğeri beyaz. Benim meleklerim. Tanrım dualarımı duydun mu yoksa? Melekler üniforma giyer miydi? Hatırlamıyorum. Gülümsüyorum. İki melek kollarımdan tutuyorlar beni. Her yer beyaz. Küçükken kırdığım kum saatinin her bir zerresi, annemin gözlerinin akı, babamın tırnak dipleri, bademciklerimde çıkan iltihaplı baloncuklar, camın önünden sessizce beni izleyen sardunyalar kadar. Soğuk, uzak, yaralı bir beyaz.
Uzun bakamıyorum. Gözlerimi yumuyorum. İşte alışık olduğum karanlık. Koyu dehlizler, kara mağaralar, denizin dibine ulaşamayan o ışık kulağımda çınlıyor. Birisi benimle konuşuyor. Yoksa yine kapının zili mi çalıyor? Ama biz evde miyiz? Yok evde değiliz, taşındık biz oradan diyorum.
“Hastanedesiniz” diyor bir ses. Tanrım bu sen misin?
“‘Hanımefendi” diyor! Hanımefendi mi? Bana kimse böyle seslenmez ki.
“Ben hemşirenizim, her gelişinizde ben ilgileniyorum ya sizinle,” diyor. Daha önce de gelmişim demek ki. Kimdi ki bu hemşire. Babaannemin hemşire diye seslendiği tek dişli bir kız kurusu komşusu vardı, o olabilir mi? Çüş, o çoktan böceklere vitamin olmuştur. Belki yakışıklı bir doktordur ya da beni kollarımdan tutarak buraya kadar kucağında taşıyan o büyük kanatlı meleklerden biridir. Kara olan mı, beyaz olan mı? Kara olan olsun. Kara melek. Kömür karası melek. Gözlerimi açamıyorum melek. Açarsam cesedi teşhis etmem gerekecek. Ben ona bir kere baktım, bir daha bakamam. O parçalanmış yüze bir daha bakamam. Bakarsam yeniden ve yine ve yeniden parçalamam gerekir. Çıplak parmaklarımla etlerini ayırmam… Terini tırnak aralarıma bulaştırmam… Bana bunu yaptırmayın. Yapmaaaaaaam!
Kendi çığlığımla gözlerimi açıyorum. Aynadayım. Göz yaşlarımla ıslanmış yüzüme bakıyorum. O yüzün ardında, üzerindeki pis kokulu geceliği ile iki polis tarafından hastaneye taşınan kadını görüyorum. Geceleri tuvalette parmaklarını boğazının derinlerine kadar sokarak dünyaya kusmaya çalışan kadını. Pantolonu sıyrılmış adamı yüzünden başlayıp apış arasına kadar defalarca bıçaklamış deli kahkahalar atan kadını. Hep onu görüyorum. Ne kendini seven bir erkeğe rastlayabilmiş ne de içindeki saç örgülü küçük kız çocuğunu büyütebilmiş o muazzam yıkıntıyı.

Başak Bıyıklı İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. Yirmi yedi yıldır pazarlama araştırması alanında çalışıyor; kendi işinin sahibi. 2022’de Çanakkale’ye taşındıktan sonra edebiyat eğitimine ve yazı çalışmalarına yoğunlaştı. Öykü ve küçürekleri çeşitli kolektif kitaplarda yer aldı. Denize ve fıstık çamlarına karşı yazıyor; yakında yayımlamayı planladığı kişisel kitapları üzerinde çalışıyor.


