Sevin Bayrı
Küşteri Meydanı, tahta iskeletin arasına gerilmiş beyaz patiskanın adıdır. Bir de o perdenin ardındaki iki kişinin paylaştığı koca bir dünyanın. O dünya ki, ne zaman ışık yanıp tasvirler dile gelse, bütün kalabalık nefesini tutar, hayatın ta kendisi o loş alanda tecelli ederdi.
Usta, Hayâlî Cemal’di. Otuz yılı aşkın süredir o perdenin ardında, pırıl pırıl, parmakları maharetli, sesi bin bir tonlu bir sihirbazdı. Akşam çöktüğünde, kalabalık o meydana doluşur, gündelik hayatın bütün yorgunluğunu, bütün ağırlığını eşikte bırakırdı. Bu perdenin ardında konuşulan dil, çarşıda, pazarda, kahvede yankılanan ama hiçbir zaman bu denli özgürce söylenemeyen bir dildi. İki boyutlu, deriden kesilmiş, rengârenk biçimler; bir elin çevikliğinde can bulur, bütün toplumun aynası olurdu. Halk, burada kendini görür, kendi derdine güler, kendi aksayan yanını alaycı bir neşeyle seyrederdi. Cemal Usta’nın incecik değneği, tasvirlerin boyun kemiği gibiydi; o değnekle dokunduğunda, Karagöz kaba ve pervasız bir halk kahramanına, Hacivat ise nazik ama kurnaz bir şehirli kurnazına dönüşürdü. O, sadece bir oyuncu değil, şehrin vicdanının fısıltısını, gönlünce eğlenmenin yasa dışı keyfini beyaz perdeye yansıtan bir meddah-ı zıll (gölge hikâyecisi) idi. Gözlerinin içi, sahneye vuran mum ışığı gibi parlardı. Onun ellerinde Karagöz, Hacivat, Çelebi, Zenne; her biri bir ruha bürünürdü. Perde onun, sahne onun, sesler onundu. O, “Kendi Gölgesinin Kralı” idi.
Yardak, Tufan’dı. Henüz yirmilerinin başında, Hayâlî Cemal’in yanında birkaç yıldır yardaklık yapan, genç, hızlı ve hevesli bir delikanlı. Görevi basitti: Tasvirleri ustasına hazırlayıp vermek, ara sıra tef çalmak, perdenin arkasındaki düzeni sağlamak. Ancak Tufan’ın gözleri perdeden bir an olsun ayrılmazdı. Ustasının her ses değişimini, her çubuk tutuşunu, tasvirlerin perdede dans edişini değil, uçuşunu izlerdi.
Cemal Usta ilk başlarda keyif alırdı bu gencin enerjisinden. Tufan, onun gençlik aynasıydı. “Al,” derdi, “Şu Zenne’yi tut. Sadece tut. Hacivat’ın yanında dursun.” Tufan tutardı. Ama bir gün, Hacivat’ın tiradına eşlik ederken, Zenne’yi tuttuğu elinin başparmağıyla tasvirin eklem yerini öyle bir titretti ki, Zenne sanki ürperdi, Hacivat’a doğru hafifçe meyletti. Bir anlık, plansız bir hareket… ve tasvir canlandı.
Cemal Usta o akşam Tufan’a baktı. Tufan’ın yüzü terden parlıyordu, gözleri ise o anlık ilahi dokunuşun sarhoşluğuyla ışıldıyordu. O gece, Cemal Usta’nın içindeki aydınlık ve Tufan’ın içindeki yükselen yıldız ilk kez çarpıştı.
Aylar geçti. Tufan artık sadece yardak değildi. Perde Gazeli’nin ilk nağmelerinden, bitiş vuruşuna kadar her şeyi ezberlemişti. Cemal Usta’nın ses taklitleri ne kadar kusursuzsa, Tufan’ınkiler ondan farksızdı; hatta belki de gençliğin enerjisiyle daha çevikti.
Bir akşam, Cazular Oyunu sahneleniyordu. Oyunun gereği, korkunç Cazular perdede hareket ederken, Cemal Usta’nın hem Karagöz’ü hem de üç Cazu’yu aynı anda idare etmesi gerekiyordu. Perde arkası tam bir kargaşaydı. Ansızın, Cemal Usta bir Cazu tasvirini yere düşürdü. Karanlıkta kaybolan bir tasvir, oyun için faciaydı. Seyirci mırıldanmaya başlamıştı.
Tam o an, Tufan’ın eli yere düşen tasvire uzandı. Çubuğu ustasına vermek yerine, kendi hızlı parmaklarıyla tasviri perdenin kenarına fırlattı. Tasvir, anlık bir yıldırım hızıyla belirip, Karagöz’ün dibinden geçip kayboldu. Bu, Cemal Usta’nın repertuarında olmayan bir hareket, tam bir kurtarıştı. Seyirciden şaşkınlık dolu bir uğultu yükseldi.
Perdenin ışığı loştu ama Cemal Usta’nın yüzündeki ifade, o Cazu’nun gölgesinden daha keskin, daha ürkütücüydü. O Cazu, artık Cemal Usta’nın perdede idare edemediği bir düşman değil, Tufan’ın elinde can bulan, onun yeteneğinin somutlaşmış bir parçasıydı.
Cemal Usta’nın kalbine bir gölge düştü. Yıllarca kendisinin sandığı yaratıcılık ateşi, şimdi başkasının elinde, onunkinden daha gür yanıyordu. Kendi sanatı, kendi “hayâl”i, bir başkası tarafından aydınlatılıyordu. Bu durum, Melun bir hastalık gibi, onun içindeki aydınlığı söküp alıyordu. Tufan’ın başarısı, Usta’nın kendi yetersizliğinin “gölge tasviri” haline gelmişti.
Artık oyunlar sırasında, Cemal Usta’nın gözleri, tasvirlerin değil, Tufan’ın ellerinin üzerindeydi. Parmaklarındaki o genç, arsız kıvraklık, her tef vuruşu, her tasviri verme hızı… Hepsi birer hançerdi. Cemal Usta’nın yüzü gerginleşiyor, sesi artık tonlarını zor buluyor, perdenin ışığı onu değil, ardındaki karanlık kıskançlığı aydınlatıyordu.
Bir gece Hacivat, Karagöz’e bilgece bir öğüt verirken, Cemal Usta’nın Hacivat tasvirini tutan eli titredi. Hacivat, perdede titrek bir gölgeye dönüştü. Aynı anda, Tufan, arka plandaki Nâreke’ye öyle bir vurdu ki, ses perdenin titreyişini boğdu. Oyun kurtulmuştu ama Cemal Usta’nın içi parçalanmıştı.
O gece, gösteri bitiminde, Cemal Usta, Tufan’a hiç bakmadı. Peş tahtasının üzerindeki, yıllarca kimsenin dokunmasına izin vermediği o eski, ipek saklama kutusunu açtı. İçinden kendi gençliğinde yaptığı en sevdiği tasvirlerden birini, Tiryaki karakterini çıkardı.
“Al,” dedi, sesi kuru ve boştu. “Artık yardak değilsin. Kendi perdeni kur. Kendi hayâlini yaşat. Sen… Hayâlî Tufan’sın.”
Tufan’ın yüzü önce sevinçle, sonra anlam veremediği bir hüzünle aydınlandı. Gözleri, sevgiyle bağlı olduğu ustasına minnetle baktı.
“Ustam,” dedi, “sizden öğrendim. Sizin ışığınız olmadan ben…”.
Cemal Usta sözünü kesti: “Senin ışığın benden daha parlak oğlum. Ve bu perde… Bu perde artık benim gölgemi taşıyamıyor.”
Cemal Usta, o gece perdenin ışığını söndüren mumun dumanı gibi sessizce kayboldu. Tufan, elinde Tiryaki tasviriyle, tek başına Küşteri Meydanı’nın ardında kaldı. Perde şimdi, parlak, genç ve taze bir “Hayâlî”nin umut ışığıyla aydınlanmayı bekliyordu. Ancak Cemal Usta, kendi gölgesine yenilerek perdeden çekilmiş, arkasında sadece yetenek ile hasedin trajik hikayesini bırakmıştı. Tufan, şimdi Usta’ydı, ama o zafer anında, kalbine düşen hüzün, bilmediği bir şeyi fısıldıyordu: En büyük aydınlık, en karanlık gölgeyi de yanında taşır. Ve o gölge, eski Usta’nın onunla tanışmasına, yeni Usta’nın zaferine sarılmıştı.
Perdenin gölgesi, bir ustadan diğerine böyle miras kalırdı. Ne de olsa, gölge oyununda ışık, sadece tasvirleri canlandırmakla kalmaz, insanın içindeki gölge benliği de perdenin ardına yansıtırdı.

Sevin Bayrı, İşletme Fakültesi’nden mezun olup, üzerine sosyoloji okusa ve özel sektörde çalışan bir beyaz yakalı olsa da aslında hep sanata dolaşık yaşadı. İlk önce kitaplara aşık oldu, sonra tiyatroya. Resim ve fotoğraf sanatına sevdalı bir gezgin oldu. Dormen Akademi sahnesinde sahne tozuna bulandı. Yazmak ve okumak; ilk aşkını hiç terk etmedi. Bir seyahat blogunda metin editörlüğü yaptı, iki kollektif kitapta öyküleri yayımlandı. Halen yazıyor. Deliliğin sınırsız evreninin doğal sınırlarını ararken kelimelerden yol arayarak.

