Zeynep Tezel
Gözlerden geçen görüntüler aldatıcı olabiliyor. Görüntü akışkanlıktan maddeye, maddeden akışkanlığa veya bağlama göre değişebiliyor. Gördüklerimle, hissettiklerim aynı değil. Bağlam, hislerime göre şekil alıyor.
Geçirgenlik, sınırları saydamlaştırıyor. Karşımdaki duvarda asılı iki farklı resme uzun uzun bakıyorum. Hissettiklerim akışkan. Bir madde, diğer bir maddeyi içinden geçirirse geçirgen olur. Suyun, geçirgen bir madde olmadığını biliyorum. Su, geçendir. Sınır tanımayandır. Bulduğu yoldan ilerleyendir. Ya birinci resimde gördüğüm dalgalar? Geçirgen midir? Gözlerimi alamadığım dalgalar, sanki hemen önümde kıvrılıyor ve her kıvrılışta enerjisini aktarıyor. O enerji, ruhumda akışkanlaşıp duvarlaşıyor. Gerçekte dalgalar ya sese evrilir ya da harekete. Gördüğüm ve hissettiğim her iki durumda da ne enerji ne de akışkanlık, her ikisi de yok olmuyor.
Oysa, uzun zamandır, dalgaların hep duvar olduğunu düşünürdüm. Duvarların ise dalga olabileceği pek olası gelmezdi. Yaşadığım durum bir nev’i “Plastik Zıtlık.” Biçimlerin Yaşamı’nda bahsetmişti Henri Focillon. Boşluk ile doluluk gibi, ışık ile gölge gibi… Dalga ve duvar. Biri şekil almayan, ama her şeye biçim veren akış; diğeri biçimi koruyan, ama akışa direnen katılık. Ancak, hangisi dalga? Hangisi duvar? Ama Focillon bunu soyut düşünceyle değil, görsel, biçimsel düzlemde ele almıştı. Ona göre, bir eserin “ruhu”, bu plastik zıtlıkların dengesinde gizlidir. Ben ise Hegel’ci yaklaşımla bakmak ve estetik senteze ulaşmak istiyorum. Benimkisi, umutsuz bir bakış ve bekleyiş. Biliyorum.
Dalganın biçimi, her çarpmada ya da her yükseldiğinde değişiyor. Dalga, geçirgen. İnsanın iç dünyasının hareketi gibi… Yoğun duyguların hareketleriyle biçim alıyor. Bir sınıra, bir sezgiye ya da bir isyana dönüşebiliyor.
Karşı duvardaki resme baktıkça gözlerim gördüğümü sabitleyemiyor. İçimde, tuhaf bir çekilme. Adım adım, çok büyük bir çekilme. Çekilme, görüş alanımı genişletiyor. Duvar genişliyor. Ivan Aivazovsky’nin “Dokuzuncu Dalga” isimli resminin röprodüksiyon baskısı, ruhumda domino taşı etkisi yapıyor. İçimdeki taş çözülüyor. İç duvarım da geçirgen oluyor. Gördüğüm, dalgalanan duvarlar.
Birçok geçmiş, zihnimden akıp gidiyor. İsyan, dalgaların geçilmez hali. Oysa, Nuh’un gemisi, dalgaların geçilebilinir kılınması… Yunus Peygamber’in fırtınadan kurtulup denizden dirilişi, aslında yeniden doğuşu… Odysseus’un dalgalarla sınavı, fırtına labirentindeki savaşları, direnci…
Eh durum böyle olunca, kendi duvarımın önünde sabırla bekliyorum. Bakışlarım ise iki resim arasında gidip geliyor. Benim bekleyişim, duvarın çatlayıp suyun o incecik kesitlerden sızıp dökülebilmesinin bekleyişi. Duvar, sadece sınır değil. Duvar, yol gösterici bir hat.
Bir resim, insanı etkileyip farklı düşüncelere yönlendirebiliyor. Denizde bir seri dalgadan sonra gelen en büyük ve yıkıcı dalgaya dair geleneksel bir denizcilik inancını, “Dokuzuncu Dalga’yı” seyrederken, aniden bir başkası, bir öykü kahramanı, on iki yaşındaki Trifon beliriyor gözlerimin boşluğunda. Sait Faik’in sonsuz özgürlük olarak kabul ettiği deniz ve deniz yaklaşımını düşünürken “Dersler deniz kadar güzel, deniz kadar öğretici miydi acaba?” (Semaver) diye anlattığı cümlenin içinde beliriveriyor Trifon. Önümdeki koca boşlukta seyrediyorum Trifon’un günlerce çalışarak yaptığı, dedesinin ismini koyduğu, kendi boyundaki “Stelyanos Harispulos Gemisi’ni.” Zorbalık ve haset içinde olan mahalleli çocukların, taşlayarak batırdıkları o bahtsız gemiyi. İsyan. Dokuzuncu Dalga. Sait Faik’in anlatısıyla, yüreğim de dalgalar gibi kabarıyor.
Sonra, gözlerim, duvardaki diğer baskı resimde asılı kalıyor. Tezatın sesi. Duvarın dile dökülmüş hali. O çığlık, Bansky’nin konuşturduğu duvarlardan bir tanesinde yankılanıyor. “Balonlu Kız.” Evrensel bir dilin anlattıkları. Hem kayıp hem direniş. Plastik zıtlık. Duvarların aynalaşması. Her sprey boya, her çizgi bir dalgalanma. Sessiz bir soru. Taşın, geçirgenliğinin sessizliği.
Bansky, her ne kadar “Her zaman umut vardır,” diye Balonlu Kız’ın yanına not düşse de umutlarım kararsız. Umutlarım yorgun. Umutlarım, neredeyse kırmızı balon gibi yitip gidecekler. Dokuzuncu dalga. Stelyanos Harispulos Gemisi’nin batırılışı. Kırmızı balonun uçup gitmesi. Çöküş. Çığlığım, isyanımın içinde. İçimdeki taş çözülüyor. Sonra, isyan yükseliyor. Sessiz ama derin, taşın ve duvarın sınırlarını zorlayarak geçiyor. Duvar geçilebilir hâle geliyor. Tezat, çelişki, akış ve duruş, isyan hepsi bir arada. Hepsi dalgalanıyor. Umut ve yıkım. Yoksa, umut ve taş mı demeliydim? Plastik zıtlık. Peki o zaman, dalga mı yıkım? Yoksa umut mu taş?
Balonun uçuşu, taşın çözülüşü, duvarın geçirgenliği ve dalgaların hareketi hepsi birbirine karışıyor.
Her şey akıyor, geçiyor, yeniden biçim alıyor. Oysa, hepsi bir arada değil mi? Bir an kadar kısa, bir nefes kadar sonsuz.
Gözlerden geçen görüntüler aldatıcı olabiliyor. Görüntü akışkanlıktan maddeye, maddeden akışkanlığa veya bağlama göre tüm ağırlığıyla değişebiliyor. Gördüklerimle, hissettiklerim aynı değil. Bağlam, usulca hislerime göre şekil alıyor. Çığlığım isyanımın içinde. Geçirgenliğin sessizliği.

Zeynep Tezel, Fransız Dili ve Edebiyatı mezunu. Tahsin Yücel, Berke Vardar gibi değerli hocalarıyla geçen üniversite yıllarından çok sonra 2022 senesinde yeniden edebiyat dünyasına döndü. Varlık Yayınları, Hikâyeci gibi dergilerde, İshak Edebiyat gibi dijital platformlarda, Eylül, Dışarıda Kalanlar, Ayna Meselesi, Anne Gölgesi, İstanbullu Öyküler gibi çeşitli kolektif kitaplarda öyküleri yayımlandı. Distopya Dergisi’nin yazarları arasında yer alan Tezel, 2023 Edebiyatist Kristal Kalem Öykü Yarışması’nda kısa listeye kaldı ve seçki kitabında öyküsü yayımlandı. Yazı yazabilen kişi olmak için çabalıyor.


