Gönül Yasemin Ölmez
Melengeç ağacının önüne geldiğimde sırtımı asırlık köküne dönüp, öncesinde ana yol olan şimdilerde yürüyüş için kullanılan yolda, arada sırada mesafeyi bahane edip motoruyla ya da arabasıyla geçmekte olanlara bakıyorum.
Birkaç dükkân ileride çaprazımda duran PTT binasına dönüşmüş okulum, kavurucu sıcağa rağmen uzun süredir budanmamış yapraklarının esintisini içimde hissettiğim önünde durduğum bu ağaç, yola hemzemin evimize giden o küçük köprü ve fırın dışında her şey değişmiş.
Fırından yeni çıkmış ekmek kokusuna şebboylar, şebboylara naftalin kokusu karışıyor. Başka kokular da duyuyorum; budur, diyemediğim tanımlanması güç karışımlar.
Tam karşımda duran küçük dükkanın duvarlarının yıkılıp büyük sürgülü kapısının camına vuran güneşin aksi vuruyor önüme. Dallar, yapraklar, yere konmuş bir serçe, insan silüetlerine karışmış hayvan figürleri. Görüntüleri ayırmaya çalışırken; içimde çok eski bir insana uğramaktan kaynaklanan bir kırık dökük çağrışımlar fırtınası esiyor şimdi. Saçları örgülü, görene anası hiç emzirmemiş dedirtecek kadar cılız, küçücük dişlerini kimseler görmesin diye manav Cahit’in verdiği elmayı; “evde yesem olur mu?” deyip usulca cebine koyan kız çocuğu.
Şimdi arada sırada, bizim mahallenin, onca zamana, uydurma ve aldatmacaya karşın, hâlâ bir yerlerde bir şekilde yaşıyor olabileceğini düşünmek istiyorum. Kendinden beş yaş küçük komşu kızıyla elma yeme yarışına tutulduğu o anda susmuş; ama kaçmamıştı.
“Kızım Damla bitirdi elmayı, sen ne evirip çevirip duruyorsun hâlâ.”
Ağzındaki sakızı balon yapıp patlatıyor; elinde dantel torbasıyla beş çayı için dedikoduya yetişmeye çalışırken, verilmemiş hakemliği de gönüllülük esasıyla üstlenmiş Atıf Ağa’nın karısı Çembersiz Remziye.
Elmayı tuttuğun cılız parmaklarına dokunup avutma isteğimde, hırçınlığından geride durmuştum. Bu kaçınılmaz sona sırf başkaları mutlu olsun, eğlensin diye izin verdiğim için şimdi nasıl pişmanım bir bilsen.
Yok muydu sanki başka bir çare? Bir giz, ilahi bir tecelli, belki de Pandora’nın kutusunda kalan unutulmuş son dileği fısıldayan biri veya birileri.
“Kızım kapı çalıyor duymuyor musun? Ellerim hamurlu baksana!”
“Topal herif ne olacak, iki adım yürüyemiyor. Şar diye döküverdi dereye çaydanlığın demliğini pencereden. Karşıdan gelip geçen var mı bakmak yok. Kafamın içine kadar girdi çay pisliği yahu. Nasıl giderim şimdi böyle düğüne? Üstümü başımı toparlayayım sizin tuvalette, annen yok mu evde? Ha güzel kızım benim!” diyor, Çembersiz Remziye kapı önünde üzerini silkelerken.
“Annem evde yok. Yalnızım ben, alamam kimseyi içeri.”
Dann.
“Kimmiş gelen kızım?”
“Eskici, eskileriniz var mı diye sordu. Ben de yok dedim, gitti.”
Yüzüme baksaydı, anlardı olanı biteni annem.
Bizim mahalle bir şiire benzerdi. Herkes için ölçüsü farklı. Bakkal Ali Efendi için bir mısra, fırıncı Ali için bir dörtlük, ayakkabıcı Niyazi Amca için sayfalar dolusu; kalemi kağıdı hep çekmecede dururdu.
Akşam olup da vitrine dizdiği birkaç sandaleti alıp, içeriden kapattığı dükkanın çift kanatlı panjurundan sızan loş ışığın gölgesine sığınmış bulurdum seni. İçten içe hissederdim ona duyduğun sevgiyi.
“Fare dişli, hihihihi, fare dişli.”
O çocukların hepsini, aksak ayağının üzerinde zar zor dursa da bastonuyla kovalardı hemen. Bir iyilik bir de kötülük yaşam boyu unutulmuyor. Bu mahalleyle ilgili duygular zamanla anlam kazandı. Darıldığım gücendiğim herkese selam veriyorum artık. Bazılarına manavdan elma da alıp götürüyorum.
Güneş kendini çekmiş gibi, gölgeler bir bir kaybolurken görüntüler de netleşmeye başlıyor. Niyazi amcanın dükkanı Turkcell bayii olmuş. Onun kağıt kalem ile kurmaya çalıştığı iletişim ayrı bir boyut kazanmış, ne büyük teselli. Yolun karşısına geçip dükkanından içeri girdim. Torunu olduğunu tahmin ediyorum gülüşünü benzettiğim genç kızın.
“Tanıdın mı beni?”
“Aa tabii ki. Bazı yüzler hiç değişmiyor,” diyor gülümsemesini kahkaha boyutuna taşırken, beni de güldürüyor bir an.
“Masasına ne oldu?”
“Eskiydi Canan Abla, ninem ne varsa yaktı ocakta,” diyor önüne gelen müşterinin faturasını alırken
“Kalmadı mı hiç anısı; yazdığı çizdiği?”
“Bakmadık ki ne var ne yok diye. Deri parçaları, iki cetvel, bir gönye, bozuk bir saat, bir de karalama defteri,” diyerek müşteriye ödeme dekontunu uzatıyor.
Bir görüntü başka bir görüntünün, bir koku başka bir kokunun, bir şarkı başka bir şarkının kapısını açıyor.
Radyoda çalan parçaya kulak veriyorum, Müzeyyen Senar söylüyor; bir ihtimal daha var...
“Deden, Niyazi Amca; bu şarkıyı çok severdi,” diyorum başımı yana çevirip, duvar örülmemiş ama panjurları sökülüp yerine çerçevesi pimapenden yapılmış, dereyi gören pencereye bakıp.
Torunu Sevgi, sırada bekleyen yeni müşterinin faturasını alırken eline, iyi niyetlerimi sunarak kapıdan ayrılıyorum. Çağrışımlar, sözcükler ve hep içte kalan, bir türlü dışa vurulamayan o büyük fırtına. Bir ihtimal daha olmalı, diyorum. Birden tıpırdamaya başlayan yağmurun yerde bıraktığı büyük dairesel ıslaklıkların; ardının doluya dönüşeceğinin habercisi olduğunu bilsem de seviyorum ben bu şehri. Bulut gezginidir onlar. Ardından güneş hatta gökkuşağı bile görünebilir, bir anlığına da olsa.
Dilimde şarkının sözleri evden içeri girdim. Şimdi beyaz sayfalar alıp koydum masamın üzerine. Masallar anlatılarak büyütülmüş olsam, yeni masallar yazardım o küçük kıza. Bildiğim tek masaldan zihnimde kalanlar “tantan kabacık, beni aldatan babacık”, gerisini de getiremiyorum yalanı yok. Birkaç uçak yaptım, o da yere çakıldı. En güzeli seni hatırladığım anıları yazmak.
Sessiz sedasız ölümlere tanık oldukça ben bu mahallede, bu yıpranmış hayalde kalmayı seçiyorum. Hayır, diyorum artık. O hayaller benim.

Gönül Yasemin Ölmez, Bodrum’da doğdu. Lise mezunu. Yirmi üç yıllık çalışma hayatında özel sektörde satış danışmanlığı ve mağaza müdürlüğü yaptı. Derin okuma ile başlayan kendini geliştirme eğitim yolculuğunu, mitoloji ve yaratıcı yazarlıkla halen devam ettiriyor. Bu süreçte iki kollektif kitapta öyküleri de yer alan Gönül Yasemin Ölmez, yazı yolculuğunu sürdüyor.

