EZGİ AKTAŞ İLE TİYATRO SAHNESİNDEN SÖYLEŞİLER
Müphem Tiyatro’nun ilk yapımı olan Harold Pinter’ın “Küller Küllere” oyunu, dünyanın en önemli sahnelerinde sahnelendikten sonra, yolculuğuna yeni başlayan Müphem Tiyatro tarafından sahneye taşındı. Bu yıl ikinci sezonuna devam eden oyunda, Rebecca rolünde Dilek Güler’i, Devlin rolünde ise İnanç Bükülen’i izliyoruz. Oyunun yönetmenliğini ise Cem Burçin Bengisu üstleniyor. Absürt tiyatronun etkileyici bir örneği olan performansı Bengisu, Güler ve Bükülen ile konuştuk.
- Müphem Tiyatro’yu sizden dinleyebilir miyiz?
Müphem Tiyatro’yu ortak kurucularından biri olan Büşra Kuruca ile beraber 2024 başında oluşturduk. Epey evvelinden beri oluşturmayı düşündüğümüz ve fikren inşa etmeyi amaç bildiğimiz bir projeydi. İsmini ikimizin de çok sevdiği Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romanlarından alır. Türkiye edebiyatında herhalde en çok bu kelimeyi kullanan yazarımızdır kendisi. Belirgin olmayan, açık seçik olmayan, belirsiz anlamına gelir. Bu bizim tiyatroya soyut bakış açımızla bağlantılı olan bir seçimdi. Müphem işler yapmak istiyorduk.
- “Küller Küllere” oyununun yaratım sürecinde kimlerle birlikte çalıştınız?
“Küller Küllere”nin yaratım sürecini başlatan kişi aslında çevirmen ve yönetmen yardımcımız olan Mehmet Dikkaya. Bana ilk olarak bu projeyle geldiğinde metnin karşısında çok şaşırmıştım. Kendisinin ısrarları üzerine birkaç defa okuduktan sonra reji ekibini kurarak dramaturjik çalışmalar yapmaya başladık. Bütün işlerimizi hallettikten, çözümleme işlemimizi sonlandırdıktan sonra oyuncularla beraber mutabık olma aşamasına geçiş yaptık. En büyük katkısı olan kişiler kaçınılmaz derecede Mehmet Dikkaya ve Büşra Kuruca’dır.
“KÜLLER KÜLLERE ÇOK GÜÇLÜ BİR İNSANLIK ELEŞTİRİSİ”
- “Küller Küllere”, geçtiğimiz sezon seyirciyle buluştuktan sonra bu sezon da sahne yolculuğuna devam edecek. 90’lı yıllardan bu yana Avrupa’nın farklı şehirlerinde sahnelenmiş bir oyunu Türkçeleştirdiniz ve topluluğunuzun ilk oyunu olarak sunuyorsunuz. Bu metni sahnelemekteki nedenleriniz neydi?
Çok zor bir metin. Çünkü anlatacak çok derdi var. Müphem’i kurarken her zaman kendimize “derdimizi iyi seçmekten başka bir derdimiz olmamalı” dedik. “Küller Küllere” başlangıç için çok zor bir seçimdi. Çünkü en iyi seçimdi. Kolay olacağını kimse bize söylememişti ve biz de farkındaydık. Anlattığı dertler tüm insanlığı ilgilendiren şeyler. İnsanlığın varoluşundan bu yana yaşadığı tüm zulümleri, soykırımları, aidiyetsizliği ve nice problemi kendi içerisinde yaşayan bir metindi. Anlamak istediğimiz öfkemizi, direnişimizi başka bir metinle anlatabileceğimizi düşünmüyorduk. O yüzden Harold Pinter’ın da yazar olarak seçimleriyle inşaa ettiği çok kuvvetli bir insanlık eleştirisi içeriyor. Şu günlerde gördüğümüzden farklı şeyler değil.
- Oyunun zaman ve mekân gibi kavramları muallakta bırakan bir akışı var. Sahne üzerindeki kadın ve erkeğin arasındaki bağ ilk başta net değil. Bir sandalye ve perdeye yansıtılan deniz görseli haricinde neredeyse hiçbir şeyin olmadığı dekor oyuna dair en başta bir fikir vermiyor ama düşündürüyor. Replikler akmaya başladıkça da bir bulmaca içinde buluyoruz kendimizi. “Küller Küllere” yi bir metin olmaktan çıkıp bir oyun olarak somutlaştırırken nasıl bir izlek izlediniz?
İlişkiyi ilk başta muallak bırakmak Pinter’ın bir tercihiydi ve yönetmen olarak da bu tercihe sadık çıktım. İlişki oyun içerisinde birçok defa başka sıfatlarla ve titrilerle değişikliğe uğruyor. Sadece ışık ve yansıtılan görüntüler dışında sahnede oyuncu dışında bir şeyin olmaması bizim tercihimizdi. Yoksa başka tür bir anlayış seçimi yapıp orayı daha da somutlaştırabilirdik. Ancak tüm bu dertler insanlığın dertleriydi. O yüzden tam hikâyenin oyuncuların imgelemleri ve bedenleriyle şekillenmesini istediğimiz, hiçbir objeye sığınamamalarını tercih ettiğimiz bir şekil aldı. Seyirci için kolay bir oyun olmadığını söylemeliyim. Çünkü dediğiniz gibi bulmacalarda sanki yapboz misali tüm duyduklarını alımlayarak oturtacakları taşı bekler pozisyonda bırakıyoruz. Oyunun sonuna dek kimin aslında ne kastettiğini, kimin aslında ne olduğunu gizli tutuyoruz. Çünkü bu dertleri somut anlatma tercihi bizi didaktikleştirecekti. Ne kadar soyut olursak, o kadar seyirci ile kurduğumuz bağda nesnel olabilirdik. Amacımız derdin özdeş bir yerden olmadan hissedilmesi ve özellikle de anlaşılmasıydı.
- Soyut kavramların ağırlıkta olduğu, sert ve zor bir metni iki oyuncuyla sahneye taşıyorsunuz. Metin önünüze geldiği ilk andan son oyuna kadar geçen sürede nasıl bir hazırlık süreci yapıldı?
Öncelikle kendime bir okuma listesi belirledim. Çünkü bilmediğim kavramlarla yüzleşmem lazım ki imgeleri inşa edebileyim. Okuma sürecimiz sırasında reji ekibini oluşturduk. Oyuncular belli değilken oyunumuzun o nadide müziğini inşa ettik. Çok güzel bir ekiple ve oyuncularla tanıştığımda “Bu müziği verdiği hissiyat gibi bir oyun yapmak istiyorum.” diyebilecektim. Oyuncuları belirledikten sonra tanıtım videosunu ve afiş fotoğraflarını çekip süreci resmi olarak başlattık. Provalara başladığımızda aslında metin okumasındaki gibi değil de ayaklandığımız zaman zaten konuşmaların insani bir noktada belirgin imgelerle anlamları itkisel olarak oluşturabildiğini fark ettik. Son olarak bu imgelemleri desteklemesi amacıyla epey zamandır oluşturma denemelerinde olduğumuz yansıtılan görüntüler ve ışık devreye girdi ve oyun son halini aldı.
“REBECCA İNSANLIĞI SIRTINDAN ATAMADI”
- Oyunun iki karakterinden biri olan Rebecca, “Dünyadaki bütün zulümlerin yükünü üstlenen” gibi bir ifadeyle tanımlanıyor. Nietzsche’nin bir sözü var, “Kendine en ağır yükü aradın. Bulduğun, kendindi. Kendini sırtından atamadın” der. Rebecca bir nevi kendi acısıyla baş etmek için mi dünyanın yüküyle alakalı sorumluluk hissediyor?
Rebecca tüm hayatı boyunca şahitlik ettiği vahşetleri ve zulümleri sahiplenip onları bebeği gibi sarmalayıp, tüm dünyanın yüküne ve dertlerine karşı bir sorumluluk hissediyor. Kendi yaşadığı acıları başka insanların da yaşadığını biliyor ve bu bilincinde olma hali onu insan yapıyor. Kendi zihninde soykırımları, haksız sorgulanmaları, cinsiyet problemlerini ve diğer tüm insanlığın içerdiği dertleri aşamalı olarak kendi kendisine maruz bırakarak ilerliyor. Çok doğru bir sözle alıntı yaptınız. Rebecca’da insanlığı sırtından atamadı.
- Oyunun en çok reaksiyon alan sahnesi tanrı, bataklık ve futbol üzerineydi. Bu sahneyi sahneye aktarırken ekiple olan sohbetinizi burada da bir dinlemek istedim.
Şaka gibi olabilir ancak şöyle ifade edeyim; ben o sahnenin bazı kısımlarını rüyamda gördüm ve sabah provamızda İnanç Bükülen’e dedim ki “Bu işleyecek bana güven”. O da duyduğu vakit çok beğenmişti. Nietzsche’yen bir yerden inşaa etmeye çalıştığımız bir monolog bölümü orası. Çünkü üst insan arayışındaki birisinin böyle bir çelişkiye girmemesi imkânsız. Devlin karakterinin de çelişkiye girmediğini düşünerek ilerlemesi zaten en büyük izlek kılan anlardan biriydi. Bu sahne oyunun en önemli sahnelerinden birisi tüm ekip için. Çünkü burada Devlin karakterine gülünmesinin ve alkış almasının hatta sevilmesinin oyunun finaline çok vurucu bir hazırlığı oluyor. Seyirci bu sahneyi ne kadar severse final o kadar tezatlaşabiliyor ve kuvvetlenebiliyor. Dilek Güler’in yani karakter ismiyle Rebecca’nın sözüyle ifade edeyim; “Seyirciler güldü… seyircilerin diğerleri yani… Değil mi?”
- Müphem Tiyatro’yu gelecekte nasıl görmek istersiniz?
Anlatmak istediği dertleri iyi seçen, kalıplaşmış bir düzenek olarak değil de ismine has bir şekilde durmadan belirsiz olan ve umarım insanlığa olan umudu çok da değişmeyen. “Küller Küllere” ekibi Müphem’in ilk göz bebeğidir. Umarım bu ekipçe başka işlere de hep beraber yelken açacağızdır. Hazır böyle bir röportaj yapıyoruz, belirtmek istediğim bir diğer konu da bu sezon -2024-2025- yeni bir oyunun çalışmalarına başlıyoruz. İsmi “Perspektif”. Yakında hem künye hem de proje içeriği olarak duyurumuzu yapacağız.
“EKİP OLARAK BİRBİRİMİZE GÜVENDİK VE ZOR BİR METNİN ALTINDAN KALKTIK”
- Sizi tanıyabilir miyiz? Tiyatroya nasıl başladınız? Müphem Tiyatro ile yolunuz nasıl kesişti?
Dilek Güler: 18 yaşındayken Ordu Devlet Konservatuarı Tiyatro bölümünü kazandım. Bir buçuk yıl orada okuduktan sonra radikal bir karar ile İstanbul’a gelip Müjdat Gezen Konservatuarı’ndan burs alarak tiyatroyu burada okuyup bitirdim. Elbette sonrasında çocuk oyunları ve amatör tiyatro gruplarının içinde bulundum ancak ilk profesyonelce ve kendimi içinde hissettiğim yer Müphem Tiyatro oldu. Bu da Cem sayesinde oldu, kendisi benim çocukluk arkadaşım. Yıllardır bir oyun yapmak istiyorduk, sürekli konuşup hayal ettiğimiz bir şeydi bu ancak ne zaman olacağı kesin değildi. Benim dizi ve set yoğunluğum vardı. Başlamadan beş altı ay önce beni arayıp planlarından bahsetti. Kabul mü diye sordu, ben de “Sen ne yaparsan ben kabul ederim” dedim. Cem öyle bir güven verdi bana. Sonra metin geldi elimize. İlk başta metne ısınamamıştım ama sonrasında masa başı, sahne üstü provalar ve İnanç’ın bana verdiği güven derken her şey çözüldü benim için.
İnanç Bükülen: Sanırım tiyatroya rutinden ve gündelik hayatın gerçekliğinden kaçabilmek adına başladım. 2010 yılında İzmir’den gelip Marmara Üniversitesi Fizik Öğretmenliği bölümüne başladım ancak 2012 yılında tiyatro ile tanışınca işler değişti. Sonrasında çeşitli kurslar, eğitimler, çalışmalar, oyunlar derken daha okul bitmeden tiyatrolarda çalışmaya başladım. Üniversiteyi yedi yılda bitirmemin nedeni de bu sanırım. Sonrasında da Bahçeşehir Üniversitesi’nde oyunculuk yüksek lisansı yaptım. Cem Burçin ile de komiktir bir reklamda tanıştık. İkimiz de aynı reklama seçilmiştik. Yine komiktir ki ikimizin de menajeri aynı kişiydi ancak birbirimizi ilk kez sette gördük. Dolayısıyla sonrasında görüşebilme şansımız oldu. Derken Cem bir gün beni aradı ve oyundan bahsetti. Müphem Tiyatro’yu kurduktan sonra ilk oyun olarak düşünülen metindi “Küller Küllere”. Cem’e oyunun çok güzel olduğunu ancak sahnelenmesinin çok zor olduğunu söylediğimi hatırlıyorum. Cem “Bana güven” dedi, ben de güvendim. İyi ki de güvenmiştim.
- “Küller Küllere” oyunu sahneye taşınırken bir oyuncu gözüyle metne müdahale ettiğiniz, öneri yaptığınız anlar oldu mu?
Dilek Güler: Evet oldu. Yönetmenimiz, ben ve İnanç masa başında çok fazla zaman geçirdik. Yaklaşık olarak 15 gün masa başı çalışma yapacağımız bir fırsatımız oldu. Sonrasında prova sahneye taşınırken yönetmenimiz iki oyuncu ile de bireysel çalışma almaya başladı. Örnek vermek gerekirse, 10 gün beraber çalışma yaptıysak 5 gün de yönetmen ikimizle bireysel olarak prova aldı. Zaten Cem ve oyunun dramaturgu ve yardımcı yönetmeni Ɓüşra Kuruca metnin düzenlemesini yapmışlardı ancak biz de çalışmalarımızda cümlelerin ağzımıza oturması için kendi doğallaştırmalarımızı yaptık. Bölüm bölüm tiradlarımızda da kendimizden pay biçtiğimiz, değiştirdiğimiz yerler oldu tabii.
İnanç Bükülen: Aynı şekilde. Cem bu minvalde bir yönetmen olduğu için bizim müdahale edebilme şansımız vardı. Kendisi bize özgürleşebileceğimiz müdahale alanları bırakmıştı zaten. Oyunun bazı kısımları Dilek ve benim yaptığımız doğaçlamalar üzerinden şekillendiği için bu bir karar olarak Cem’e bağlanıyordu elbette. Oyuncu tarafında getirilenler yönetmen tarafından çoğaltılıyor veya azaltılıyor.
Dilek Güler: İkinci ayımızda da İnanç ile çalışmaya başladık, partnerlik ilişkimiz de ilerlemişti bu süre zarfında. Bu sayede onun yaptığı oyuna göre ben şekil aldım, benim yaptığım oyuna göre o şekil aldı.
İnanç Bükülen: Tabii bir oyuncu tarafından yazarın elinden çıkmış esere zıt bir müdahale edilemez. Bu sebeple bizim yaptığımız müdahale denilebilecek şeyler ya doğaçlama minvalindeydi ya farklı metotlar ile mevcut anları zenginleştirmek veya azaltmaktadır ama taban tabana müdahale ya yönetmen ya da yazar tarafından yapılabilir. Biz masa başı çalışmalarından elde ettiğimiz tarihi ve psikolojik bilgiler doğrultusunda müdahale yapabildik daha çok. Sonuçta oyuncu yönetmen, yazar, dramaturg üçlüsünün verdiği direktif ve bilgiler doğrultusunda hareket eden bir mekanizma.
“GERÇEK OLUP OLMADIĞI MÜPHEM BİR DÜNYA KURDUK”
- İlk oyundan son oyuna farklılaştırdığınız bir an, geliştirdiğiniz bir yeni mimik ya da ekleme oldu mu?
İnanç Bükülen: Sanırım en büyük şansımız bizim prömiyerden sonra da prova almaya devam etmemiz oldu.
Dilek Güler: Şu an ikinci sezondayız ve birinci oyunumuzdan sonra bile prova almaya çalıştık. Sürekli yenilemeye, değiştirmeye, yönetmenimizin sonradan gördüğü şeyleri eklemeye, çıkarmaya çalıştık. İlla ki ilk oyundan sonra bir çok yeri de değiştirmişizdir. Bu aktif bir oyun ve absürt bir oyun olduğu için illaki sonradan anladığımız, fark ettiğimiz yerler oluyor. Tabi ki ilk çerçeveyi bozmamak kaydıyla yolculuk sırasında pek çok şeyi değiştirdiğimiz oldu.
İnanç Bükülen: Harold Pinter Tiyatro tarihinde son derece spesifik bir yazar. Kendisinin üzerine bu kadar tez yazılan bir yazar olmasının bir nedeni var. Kalemi pek çok yazara göre çok daha geniş bir dünya yaratan birisi, dünyayı farklı algılayan birisi ve haliyle oyuncuya çok daha farklı bir dünya sunan birisi. Bu sebeple de biz belki de iki bin kez oynasak iki bin birincide farklı şeyler hissedip yapabileceğimiz bir metin var önümüzde. Çünkü zaten kalemi gündelik hayatın gerçekliğini kırar nitelikte. “Küller Küllere” oyununun Müphem Tiyatro tarafından seçilmesinin nedenlerinden biri de bu aslında. Çünkü oyun var olmayan bir dünyanın içindeki var olmayan bir dünyayı anlatıyor. Tıpkı oyun özetimizde yazdığı gibi tüm dünyanın acılarını sırtlamış bir kadın var ve bu kadın gerçek dünyada mı gerçek dünyada değil mi, kadının karşısında bir adam var ve adamın gerçek olup olmadığı hakkında saatlerce tartışabiliriz.
Dilek Güler: Bu oyunda her an her şey olabilir açıkçası.
İnanç Bükülen: Türkiye’de ilk Müphem Tiyatro tarafından sahnelendi ancak tüm dünyadaki temsil örneklerine bakacak olursanız bu kadar farklı rejiler ve tarzlar ile karşılaşmanızın nedeni de bu. Çünkü çok geniş, adeta sınırlandırılamaz bir dünya kuruyor Harold Pinter. Bu sınırsızlık yönetmenin de izni ile haliyle oyuncuya da imkân tanıyor. Bu sebeple yeni mimik, yeni jest, yeni cümle, yeni beden formu bunların hepsini muhtemelen her oyunda yapıyoruz.
Dilek Güler: Her an her şekilde değişebiliyor yani. Prömiyerdeki oynayış̧ şeklimiz ile şu andaki arasında dağlar kadar fark vardır. Yine ana çerçeveyi bozmadan, yönetmenin uygun gördüğü şeyleri hala değiştiriyoruz.
İnanç Bükülen: Bu karakteri tanımak ile ilgili. Herhangi bir metin zaten oynanışlar sonrasında farklılık gösterecektir. Ama Cem de bizden bunu talep etmiştir. Aldığımız tüm çalışmalarda büyük bir özgürlük hali vardı. Cem bizi sınırlandırmamak için çok çalışma yaptı. Ancak şunu gözeterek: bu özgürlük alanı çok büyük sınırlandırmaların içinde. Zira bu bir soykırım hikayesi, bu bir acı hikayesi, bu bir kadının bir toplumun ve aslında Dünyanın başına gelenlerin hikayesi. Dolayısıyla bu kadar büyük bir durum bize tabiri caizse sınırlı bir sınırsızlık doğuruyor.
Dilek Güler: Hala değişmeye devam ediyoruz, değişeceğiz büyüyeceğiz.
İnanç Bükülen: Muhtemelen. Çünkü mimikler ya da jestler bunlar küçük çapta kalan şeyler. Bunları her oyunda, en belirli oyunda bile oyuncu yapar zaten. “Küller Küllere” gibi bir oyunda ise bizim her oyunumuzda bir nebze olsun yeni bir anlamlandırma yeni bir an gerçekleşiyor.