Gökbanu Sezi Coşkuner
Kafasını kaldırıp tepesindeki ağlara baktı. Ağlar ve tel örgüler. İkisi bir arada. Kuşlar giremesin diye mi? Yoksa insanlar çıkamasın ya da kaçamasın diye mi? Masada duran el çantasına uzanıp sigarasını çıkardı. El çantasını yanındaki boş sandalyede duran sırt çantasının üstüne koymaya çalışırken masaya çarptı ve çayını döktü.
Şaşırmadı. Üzülmedi. Söylenmedi. Ne hissettiğini bilemedi. Kendini zorladıkça zorladı ama bulamadı. İlk defa tanımlayamadı. Karnına, kasıklarının tam üstüne saplanan ağrıya kaydı aklı. Bir an canı çok yandı ama umursamadı. Kendini suyun altındaymış gibi duyumsadı. Kulağındaki kulaklıkları hatırladı. “Mış gibi” yapmak için çıkarmadığı kulaklıklarını. Bir şeyler dinliyormuş gibi… Mesela bir şarkı, sesli bir roman ya da bir podcast. Kendini hiç dinlemezdi. Yine de etrafındakilerin vıcık vıcık seslerini kesemedi. Sigarasını yaktı. Kafasını kaldırıp tepedeki ağlara tekrar baktı. Birbirine geçmiş kalın ipler ve sık tel örgüler. Yarısını döktüğü çaydan bir yudum aldı. Deri ceketinin sağ cebi titredi. Telefonunu çıkartırken cebin tırtıklı fermuarı elinin üstünü çizdi. Belli belirsiz. Önemsemedi. Telefonu masaya koyup ekranına dikti gözlerini.
“Peki,” diyerek açtı telefonunu. Kulaklarının içinde tok, davudî bir ses patladı.
“Neredesin?”
“İyiyim ben. Sağ ol. Sen nasılsın?”
“Pardon ya. Nasılsın?”
“İyiyim.”
Ne demekse… Sanki insan iyi olup olmadığını bilebilirmişçesine. Gözü, döktüğü çayın masaya sıçramış ve neredeyse kurumakta olan birkaç damlasına takıldı. Kırmızı leke. Büyük olan balığa benziyor. Aaa, bak kısmetim var işte. Haneme ay doğacak…
“Neredesin?”
“Buradayım.”
“Yahu, gıcıklık yapma işte! Neredesin dedim?”
“Bir kafedeyim.”
“Oturuyor musun?”
Hayır. Tek ayak üstünde bekliyorum. Birazdan amuda kalkacağım da beynim kulaklarımdan akarsa diye korkuyorum.
“Evet.”
“Annemle konuştum.”
Ne güzel. Aferin sana.
“Peki?”
“Düşmüş.”
Derin bir iç çekti. Bir an içi boşaldı. Bomboş kaldı.
“Ne zaman?”
“Dün.”
“Nerede?”
“Orta Çarşı’da. Pazar yerinin orada.”
“Nasılmış şimdi?”
“İstersen görüntülü ara. Kendin görsen daha iyi. Ama şok olma sakın…”
“Tamam,” diyerek fısıldadı. Telefonu kapattı. Masaya koydu.
Yanlarda da ağlar varmış. Kalın ipli, tel örgülü ağlar. Saatine baktı. Yaklaşık bir saati daha vardı. Bir sigara daha yaktı. Hayatımı izmaritlerle ölçseydim çoktan ölmüş olmalıydım.
Yanında aniden beliriveren garsondan irkilmedi. Orta Türk kahvesi sipariş etti. Garson, “Abla, self-servis,” deyince kafasını hafifçe sağa eğerek gözlerini garsona kaldırdı. “Tamam abla. Sen yabancı değilsin. Biliyorum ben seni. Bu seferlik getireyim,” diyerek hızlıca uzaklaştı garson.
Masada duran telefona baktı. Hızlı aramalardan annesinin numarasını seçip, ara tuşuna bastı. Kapattı. İnşallah duymamıştır. Bir dakika sonra annesi aradı. Görüntülü. Sol göz mosmor. Tamamen kapanmış. Çenesinin sol altı mordan kırmızıya, kırmızıdan sarıya. Öndeki beş diş kırık. Üst dişler. Sol el bilekten dirseğe kadar alçıda. Baktı, konuşmadı. Gözlerinden dudaklarının üstüne inen yaşları diliyle yaladı. Tuz oranını beğendi. Gülümsemeye çabalayarak,
“Nasılsın?” diye sordu annesine.
“İyiyim,” dedi annesi titrek bir sesle.
Sanki insan iyi olup olmadığını bilebilirmişçesine…
Sustu. Sustular.
“Ben ararım seni akşam bir daha,” dedi. Telefonu kapattı.
Fıstık yeşili plastik sandalyeye iyice yerleşti. Arkasına yaslandı, elindeki telefonu masaya bıraktı. Sandalyeler de ağ gibi. Delik delik ama tel örgü değil. Örgüler plastik bu sefer. Fıstık yeşili. Kafasını yere eğdi. Geometrik desenli taş zemine dikti gözlerini. Sonra yavaş yavaş gezdirdi gözlerini üzerlerinde. Görebildiği kadar. Alabildiğince.
Hiç gölge yok. Ne masaların ne sandalyelerin ne diğerlerinin ne de benim. Işık olmayan yerde gölge olmaz. Ama şimdi ışık var, gölgeler yok. Toplu greve mi gittiler acaba? Yoksa izin günleri mi? Kendi gölgesini aradı bir kez daha taş zeminde. Geometrik desenlerin içinde. Bulamadı. Kısa bir an için endişelendi. Hemencecik geçti endişesi. İçinde bir şey kıpırdandı. Karnı karıncalandı. Heyecanlandı. Meraklandı. Sorgulamadı. Zaten bildiğini o an hatırlayamadı.
Ne zaman önüne bırakıldığını fark etmediği Türk kahvesi fincanını gördü. Garson fazla uzağa gitmiş olamaz, kahve hâlâ sıcak. Bir yudum aldı. Ohhh… hayat bu anlarda gizli. Belki de saklı. Gizli saklı. Gözlerden uzak. Gölgelerin arasında. Gizli saklı bir hayat bir gün bulunur mu? Bulunursa yaşanır mı? Yaşanırsa nasıl yaşanır? Başkaları zaten onu yaşamış mıdır? Hor kullanıp harcamış mıdır? Bir köşeye mi atmıştır? Hangi köşeye atmıştır? Harcanmış hayatlar yeniden yaşanır mı? Peki biz ne yaşıyoruz? Hiç!
Offf! Kapatın yahu şu tepemdeki ısıtıcıları! Hava yeteri kadar sıcak!
Saatine baktı. Hâlâ 45 dakikası vardı. Demek hayatı bir kahvenin tadında buldum ha?
Bir Türk kahvesi fincanına sığacak bir hayat benimkisi.
Ne kadar ağır bir parfüm kokusu! Hiç uymamış tipine de tenine de! O zaman kalkıp otobüse binmeden son bir sigara daha.
Sigarasını yakmadan önce kulaklıklarını çıkardı. Kendini hazırlamalıydı. Soğumuş Türk kahvesini koca bir yudumda bitirdi.
Bak işte, hayatımdan bir an daha eksildi. Gölgesiz BEN’in eksilen bir AN’ı daha. Ama hâlâ hayattayım. Peki, yaşıyor muyum?
Bu güzelim eski şarkıları da içine sıçıp sıçıp yeniden cover yapmıyorlar mı? Piçler!
Ayağa kalktı. Çantalarını yüklendi. Sisifos gibi. Kafeden çıkıp metroya indi. Dükkanlara boş boş bakarak yürüdü. Evet, artık karşıdaydı. Teşekkürler Kharon.
Yürüyen merdivenle otobüse bineceği durağın oraya çıktı. 413. Hep aynı otobüs. Kulaklıklarını takıp kaldığı yerden sesli romanını dinlemeye devam etti: Dorian Gray’in Portresi. Çabucak geldi otobüs. İte kaka bindi, kartını okuttu. Aktarmalı. Vay, tam bir saat olmamış demek ki. Mucize gibi bir şey… Bakalım nereye aktaracak beni? Işınla bizi Scotty!
Çantalarına ve beyaza çalan saçlarına şöyle bir bakan genç adam kendisine yer verince içini çocuksu bir sevinç kapladı. Gülümseyerek teşekkür etti. Hâlâ mucizeler olabiliyor izmaritlere saklı, Türk kahvesi fincanına sıkışmış hayatımda… Ne güzel.
Otobüsteyken hiçbir şey düşünmedi. Sadece Dorian Gray’in zavallı, kibirli ve acıklı hikâyesini dinledi. İneceği durağa gelmeden hemen önce tedirginlikle ayağa kalktı, orta kapının önüne geçip düğmeye bastı. Ani frenle sarsıldı. Hafifçe sağa sola yalpaladı ama hemen toparlandı. Alışmıştı. Hayat işte, hemen alışıyor insanlar her şeye…
Dikkatlice indi. İki ayağını kaldırıma bastığında tedirginliği geçiverdi. Hayret, şoför alelacele kapıyı kapatmamış, hemen gaza basmamıştı. Başka bir mucize daha…
Karşıya geçip birkaç metre yürüdü koşu yolunda. Oturduğu apartmanın arka otopark kapısı açıktı. Yine. İçeri girdi. Durdu, kafasını kaldırıp camla kapatılmış balkona baktı. Balkonu camdan ağlarla örülü. Görünmez tel örgülü.
Saatine baktı. Beş dakika kalmış. Değmez yukarı çıkmaya. Apartmanın ön tarafına doğru ağır ağır yürüdü. Kaldırımda durdu, servis yanaştı. Mükemmel zamanlama. Yaşasın!
Sanki az yükü varmış gibi neşeyle servisten inen kızının montunu, sırt çantasını ve bir türlü çantaya sığdıramadığı metal suluğunu da sırtlanarak apartman kapısına yürümeye başladı. Bıcır bıcır bir şeyler anlatan kızına gülümsedi. Kulaklıkları ne zaman çıkardım acaba? Ya da hiç taktım mı?
Eve girdiklerinde tuvalete koşan kızının biri sağa, diğeri sola savrulmuş spor ayakkabılarını özenle ayakkabılığa yerleştirip montunu astı. Okul çantasını odasına bırakıp mutfağa geçti. Kendi çantalarını ve montunu sandalyelerden birinin üzerine fırlattı. Metal musluğu ayakkabılıkta taburenin üstüne bıraktı.
Yemek yok, kısmet. Gelsin de işten, söyleriz yine dışarıdan bir şeyler. Salona geçti, kendini geniş kanepenin üzerine bıraktı. Ahşap rengi parkelerde gözleri gölgesini aradı. Bulamadı. Oturduğu yerden eğilip kızının odasından dışarı vuran küçük insan gölgesine baktı. Şükür! Onunki hâlâ yerinde.
Kalktı. Yatak odasına geçti. Makyajını sildi. Üstünü değiştirdi. Hafif hissetti. Çok hafif. Hiç olmadığı kadar. Tüy gibi. Özgür. Tel örgüsüz, ağlardan kurtulmuş.
Büyük makyaj aynasının karşısında durdu. İşte oradaydı, aynanın içinde. Aynı anda gülümsediler. Parmaklarının ucuyla aynaya dokunup gölgesinin yüzünü sevecenlikle okşadı. Rahatladı. İkisi de güvendeydi.
Tekrar mutfağa geçti, kendine orta şekerli bir Türk kahvesi pişirdi. Mutfak penceresinin dışındaki ağları andıran tel örgüleri izleyerek kahvesini içti. Sigara içmedi. Canı annesini aramak istemedi.
Güneşin son ışıkları kaybolmaya başlamıştı. Sokakta insanlar gölgelerin arasında koştururken, kendi gölgelerinin olmadığını fark edemeyecek kadar körleşmişti.
O ise artık görüyordu. Her şeyi. Tüm çıplaklığıyla.

Gökbanu Sezi Coşkuner, Ankara’da doğmuş, ilkokul 5. sınıfta İngilizce öğretmeni olmaya karar vermiştir. 1998’de ODTÜ İngilizce Öğretmenliği Bölümü’nden mezun olmuş, öğrencilik yıllarından itibaren çeşitli kurum ve kuruluşlarda öğretmenlik yapmıştır. 2001 yılından bu yana ODTÜ Temel İngilizce Bölümü Hazırlık Okulu’nda öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır. Evlidir, Tılsım ve Alkım’ın annesidir. Çok küçük yaşlarından bu yana kitap, film ve yazma ile dolu bir hayatı yaşamaktadır. Birçok kolektif eserde, dijital ve matbu dergilerde öykü ve yazıları yayımlanmıştır. Ömrünü okuyarak ve yazarak geçirmekte kararlıdır.

