Başak Bıyıklı
Akşamüstünün kızıllığı önce suya, ardından sırtımı verdiğim fenerin kirli beyaz duvarlarına yansıyor. Güneş bütün gün başaramadığını son bir kez deniyor. Tüm sıcağıyla uzanıyor. Rüzgâr ve denizin el ele vererek yüzünden katman katman soyduğu boyalardan kalanlar arasında ellerimi gezdiriyorum. Buz gibi duvar güneşi reddeden bir ölü gibi yüzünü diğer yana çeviriyor. Gözcülüğünü yaptığı dostlarının hoyrat tokatlarını yemekten yorgun bakıyor etrafa. Sarılmak istiyorum. Teselli ederek okşamak, onlar geçer, göçer, gider, üzülme demek istiyorum. Sen kayadasın, topraktasın, kumdasın. Aynı kumaştan dokunmamışsınız, üzülme… Deniz feneri kayaların derinlerine kök salmış. Ne beni ne de tesellimi duyuyor. Ben de geçiciyim göçücüyüm gidiciyim onun yanında. O ise nesillerdir olduğu gibi olması gereken yerde durmaya devam ediyor. Unutulmuşluğun küskün kaderini kabullenerek…
Paslı, nemli, lekeli yüzeye parmaklarımı daha sıkı bastırıyorum. Bolca özlem, ardında gizlenmiş pişmanlık ve yoğun bir suçlulukla.
Burnuma hemen arkamdaki tepelerden fenerin altına kadar inen kekiklerin kokusu ulaşıyor. Mor ve vahşi. Topraksı ve davetkâr. Deniz ve kekikler. Beni bir başka adaya götürüyor.
Genç olduğum, deli olduğum, mutlu olduğum bir adaya. Taş yollarında düşe kalka bisiklete bindiğim, arsızca üzüm bağlarına daldığım, asma altlarında tavla attığım, bir başka deniz fenerinin kıyısında gün batımına âşık olduğum. Kafamı sallayarak o adanın kalbime açtığı pencerelerin görüntüsünü uzaklaştırıyorum. Ne bu ada o ada, ne bu fener o fener…
Kollarımı birbirine doluyorum. Parmaklarımı şimdi de kolumun üzerinde gezdiriyorum. Tuz yapış yapış bir katmanla her yerimi sarmış. İşaret parmağımla kolumun üzerinden bir katmanı soyuyorum. Dilime götürüyorum. Parmak uçlarımdan az önce duvardaki pasa karışan denizin tadını alabiliyorum. Keskin, kızgın ama cömert. Rüzgâr bugün de öfkeli. Her günkü gibi. Beni de fener gibi tokatlıyor bıkmadan. Haklı kendince. İkimizin de günahları büyük. Ömrümüz boyu cezasını çekeceğimiz yüklerimiz var. Oysaki bizi yargılayıp mahkûm etmesi yetmemiş gibi dövmeye devam ediyor. Varsın dövsün. Ben burada kayada, toprakta, kumda durdukça hakkıdır.
Nemli kumun üzerindeyim. Ayaklarım çıplak. Parmaklarımın arasında gezinen kum böceklerinin gıdıklamalarını hissediyorum. Yalnız değilsin der gibi ısrarcılar benimle kalmakta. Seviniyorum. Burada tek başına olmak istemiyorum. Rüzgâr kulaklarıma geçmişin fısıltılarını taşıyor. Tek tük tatlı sayılabilecek fısıltılarını. Dedemin tok ve kısık sesi anlatıyor. Rüzgâr kuzeyli bugün. Fırtına geliyor. Liman kalabalıktır. Birahanedekiler de mutlu. Çok dedikodu yapılır bugün. Çok kahkaha atılır. Ama hepsi içeride olur. Sokaklarda kimsecikler görünmez. Balıkçılar akşam eve sadece ekmek ve peynir ile gider. Sen de çok dolanma ortalıklarda. Bugün ölümün kılıcı denize açılmış. İçeride kal. Diyen dedemi…
İçerideyim. Dalgaların sesiyle nefesimi eşliyorum. Kapı kapalı olsa da dışarıda kalanların tümünü hissedebiliyorum. Ölüm bugün de yakın. Her gün gibi. Hep yanı başımda. Beni yokluyor, kolluyor hiç dokumadan. Bilmediğim, tanımadığım ağabeyim olabilir mi ölüm, ya da bir yerlerden bir kuzen? Beni bu denli sevdiğine göre.
Kum böceklerinin ömrü ne kadardır dede? Benimle kalabilirler mi? Biraz yalnızım ben. Biraz da korkuyorum. Onlar ölmekten korkmazlar belki. Bilmezler ki yaşıyorlar mı ölürler mi?
Akşamla birlikte fırtına da geldi işte. Uğultusu karanlık. Ama alışkınım. Kendi uğursuz olanı pek korkutmuyor sesi uğursuz olan. Adeta tekmeliyor, dövüyor aramızdaki tahtadan tek engeli. Açıl diyor, bana yol ver, önümde durma. Gel diyorum içimden, alacağın ne kaldı ki illa girmek istiyorsun. Kapının tokmağı titriyor. Sallanıyor. Menteşeler çığlık çığlığa. Ama ben korkmuyorum. Çocukken korkusundan yatağın altına saklandığım fırtına şimdi bir başka şekil alıyor gözlerimin önünde. Sadece ölümü görenlerin bildiği şifreleri ben de çözebiliyorum. Denizi ardına alan fırtınanın derdini biliyorum. Yaptıklarımızı sökmek istiyor. Kurduklarımızı bozmak. Sökülenler yeniden yapılsın, bozulanlar yeniden kurulsun diye. Beni de diğerleri gibi öldürmek istiyor. Ölenler yeniden dirilsin diye. Sadece bekliyorum.
Beklemek, gri rutubetli geçmişten miras bir örtü gibi ayaklarımın dibinde serili. Buruşuk. Lekeli. Sökük. Tekmelemek geliyor içimden. Değmesin bana. Oturduğum taburede etrafıma bakıyorum. Dirseğimi dayadığım küçük tahta masanın üzerinde derin çizgiler var. Kendinden değil, sonradan bıçakla kazınmış çizgiler. Birileri çok beklemiş bu masanın başında. Tek çekmeceli bir masa. Çekmecenin kulbu bir dümen. Gülümseyemiyorum. Hiç komik değil çünkü. Masanın üzerinde bıçakla birlikte beklediğinden emin olduğum günlüğü alıyorum elime. Deriyle kaplanmış, tuzlu sudan kapağı şişmiş günlüğün nemden bozulmuş sayfalarında geziniyorum. Sayfalar dalgalar gibi. Biri bir yöne diğer başka yöne kaçıyor. Ama sonunda hepsi birbirinin içine dönüyor. Dalgalar başına buyruk koşarken üzerlerindeki yazılar yer yer dağılmış.
Sayfaların arasında bir adam görüyorum. Fırtınanın kalbinde, kayalıkların üzerinde tek başına duran bir adam. Koca kulaklı, kara saçlı, düşük omuzlu, umutsuz bir adam.
Çocukken çok uzaktan görebildiğim, sadece fotoğraflarından tanıdığım, korkusuz bildiğim ama özünde yalnız, yurtsuz, kokusuz adam. Kayalara basan ayak tabanlarına radyonun anlamsız cızırtıları eşlik ediyor. Ayakları çıplak. Kesiklerinden koyu renk kanı sızıyor. Oradan hiçbir yere gitmeyecekmiş gibi, fenerin derinlere saldığı temelleri gibi duruyor babam. Kanıyla kök salmaya çalışıyor. Öyle sanıyorum. Babam bu fener kadar güçlü sanıyorum. Onun gibi boyun eğmez, acı çekmez, dirayetli, sağlam. Fırtınaya kafa tutmak, beni korkutmasın diye onu uyarmak için kayalıkların üzerine çıkmış sanıyorum. Ne büyük yanılgı. Çocuğum işte. Sonradan anladım. O, rüzgârla denizin soyundanmış. Geçer, gider, göçerlerdenmiş babam.
Dalgalardan konuştuğunu duyuyorum. Ama yine bana değil sözleri. Beni görmüyor, duymuyor. Kime seslendiğini biliyorum. Annemi arıyor, onu çağırıyor yine. Her gün her gece olduğu gibi. “Gelmek istiyorum,” diyor. “Yanına gelmek istiyorum.”
Annem yanıt veriyor. Korkunç bir şimşek çakıyor. Her yer aydınlık. Çığlık atıyor annem. Gökleri parçalayan kocaman bir çığlık. “Olmaz,” diye haykırıyor. “Onu bırakamazsın, olmaz.”
“Canım çok acıyor,” diyor babam. Annemin deniz gözleri karanlık bulutların arasında beliriyor. Yine bir şimşek çakıyor, sonra bir daha, sonra bir daha. Küsüyor babama. Küserken de özlüyor. Babam annemin gözlerindeki özlemi görüyor. Biliyorum.
Bir çığlık duyuyorum. Bir çocuk çığlığı. Kendi sesime yabancı bağırıyorum. “Babaaa” diye tükürüyorum rüzgâra karşı. Tükürüklerimi yutuyorum yeniden. Beni duymuyor.
Ama sadece tek bir anlığına olduğum yere doğru dönüyor. Şefkat yok, hayal kırıklığı, bir tutam öfke, cam kırıkları, hafızası başka bir yerde şekillenmiş yapış yapış bir yabancılıkla bakıyor. Bu onu son görüşüm, son duyuşum, son bilişim. Ben artık babasız bir çocuğum. Piçim. Yalnızım.
Günlüğü kapatıyorum. Dışarı taşan tuz kokusunu yeniden içeri tıkıştırıyorum. Yazanı çoktan gitmiş olanın kendisi de küskün oluyor. Zamansız göçenin küskün itirafnamesi. Elimden olabildiğince uzağa fırlatıyorum. Fırtınanın sesi hafiflemiş. Denizin kükremesi sönmüş. Alacağını almış, yıkacağını yıkmış, bozacağını bozmuş. Kim bilir bu gece limana kaç gemi sığınmıştır? Birahanenin ahşap duvarlarında hangi sarhoş şarkılar yankılanmıştır? Kim bilir kimler sevdikleri geri dönebilsin diye nasıl dualar etmiştir? Fenerin titrek ve kırık ışığında oturduğum odanın duvarına uzamış gölgeler oyunlar oynuyor. Birbirlerini yutuyor ve sonra içlerinden yeniden doğuyorlar.
Kendimi tavanın köşesinden izliyorum. Karanlık bir gecede, soluk gaz lambası ışığında işlenmiş bir desen gibi şekilsiz ve kusurluyum.
Sallanmaktan bitkin açıp çıkıyorum kapıdan. Burada kalmamın bir anlamı yok. Cebimdeki anahtarı paslı kapı deliğine kolayca sokuyorum. Ve orada bırakıyorum. Kapıyı kapatmıyorum. Benden sonra gelecekler yeni taburelerle takım bir masa alırlar. Yeni bir günlük tutup aydınlık fotoğraflar çekerler. Duvarları muhakkak boyatır, kapıyı yenilerler. O zamana kadar benim kum böceklerim yiter, yenileri gelir. Kim bilir kaç fırtına daha kopar. Ama ben çoktan başka denizlere yola çıkmış olurum. Başka bir ufuk çizgisine bakacağım yeni bir sığınak bulmaya. Mor ve vahşi. Topraksı ve davetkâr. Başımı gökyüzüne kaldırıyorum. Bulutlar dağılmış, son dördün beklemekten sıkılmış aydınlık gözüyle etrafı izliyor. Fenerin dönen ışığı ayın ortaya çıkmasından memnun. İkisini baş başa bırakıp tepeden aşağı doğru yürümeye başlıyorum.
Bütün bunlar gerçek miydi, rüya mıydı emin değilim. Camdan dışarı baktığımda sakin bir gece gördüm. Dolunayın cömert ışığında dinlenmeye çekilmiş yıldızlar. Ve büyük, kocaman bir boşluk. Göz alabildiğince. Boşluk insana böyle şeyler yaptırıyor işte. Bir masanın başındaydım evet. Küçük de bir masaydı. Küçük de bir çekmecesi vardı. Ama bir günlük hatırlamıyorum. Bir ara bu çekmeceden birtakım kağıtlar, koçanından kopmuş feribot biletleri, kapısını kaybetmiş anahtarlar arasından rengini yitirmiş fotoğraflar çıkarttım. Sanırım. Bir adam. Bir çocuk. Bir de iskele vardı. Ha bir de deniz vardı, uçsuz bucaksız deniz. Ama buradaki gibi kayalıklar yoktu. Fener de. O soluk fotoğrafların her birinde çocuk ve adam çıplak ayaklarıyla kumların üzerinde el eleydiler. Çocuğun diğer elinde sırasıyla bir külah dondurma, bir deniz kabuğu, kısa bir olta, oyuncak bir yelkenli, kuyruklu bir uçurtma vardı.

Başak Bıyıklı İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. Yirmi yedi yıldır pazarlama araştırması alanında çalışıyor; kendi işinin sahibi. 2022’de Çanakkale’ye taşındıktan sonra edebiyat eğitimine ve yazı çalışmalarına yoğunlaştı. Öykü ve küçürekleri çeşitli kolektif kitaplarda yer aldı. Denize ve fıstık çamlarına karşı yazıyor; yakında yayımlamayı planladığı kişisel kitapları üzerinde çalışıyor.


