Eylem Akdere
Penceremin önünde duruyorum. Camın öteki tarafı bir sahne gibi; herkes kendi işine gömülmüş, hayat küçük, titrek ayrıntılarla ilerliyor. En son sen giderken gelmiştim buraya. O gün “yine döneceksin” diye kalmıştım; bugün hâlâ buradayım. Gelmeni istemiyorum ama gidişin hâlâ şaşırtıyor beni. Bekledim bir süre.
Seni beklerken nadide çiçeklerimi pencerenin önüne taşıdım, nasıl oldu anlamadım. Hep arka odanın penceresinde tutardım onları; kimsenin görmesini istemezdim sanki. Geçenlerde saksılardan su taşmış, ayaklarım ıslanınca fark ettim. Çok su da vermemiştim aslında. Suyu temizleyip temizlememek arasında kaldım. Ben öyle düşünürken su kendiliğinden kurudu gitti. Geriye saksıların dibinde süs olsun diye koyduğum, çiçeklerime zarar veriyor mu diye düşündüğüm taşlar kaldı. Su taşınca onlar da düşmüştü saksılardan. Zaten çiçeklerimin güzelliğini seviyordum, o taşlar olmasa da olurdu.
“Neden suskunsun?” diye sorardın bazen bana. Öyle anlarda geçmiş bir film gibi akardı gözümün önünden: annemin mutfakta demlenen ada çayının kokusu, babamın radyosundan gelen cızırtılı türkülere karışan sesler, kuşların şakımasına eşlik eden kahkahalarım…
Çocukluğumu düşündükçe yüzümde kahkahalarım beliriyor gibi hissediyorum. Bir güler, bin söylerdim; kahkahalarımın ardında hüzün yoktu. Gençlik geldikçe o sesin ardındaki yalnızlık görünmeyen bir gölgeye dönüştü; yine de kahkahalarım iz bıraktı. Bazıları o izlere göz dikti, sinsice yaklaştı, ama erişemediler. Kahkahalarım bir tür güçtü. Şimdi o güç sessizliğe dönüşüyor; ama sessizlik bana başka bir şey öğretiyor.
Ben sana guguk kuşunu nasıl anlatabilirdim ki? Senin ona benzeyişini ve bir o kadar da farklı oluşunu… Küçükken her sabah bir guguk kuşuyla uyanırdım. O ses sabahın garantisiydi, gözlerimi açmadan bile yeni bir güne başladığımı bilirdim. Şimdi o kuş görünmez; ne saati belli, ne dakikası. Gecenin ortasında, tam hayale dalacakken öter, uyandırır, düzeni bozar. Eskiden “sabah geldi” derdim, şimdi “geceyi parçalıyor” diyorum.
Önceleri pencereye her baktığımda tek bir mevsim görürdüm. Sen gitmeden suskunluğum başlamıştı aslında; buna dayanamayıp gitmiştin. Ben seni bu gidişe itmiştim. Gidişinden sonra uğultular biraz daha devam etti. Meğer susmak, el yordamıyla ilerlemek değilmiş; suskunlukta birikmek, içe dönmek, uğultulardan arınmak, kendi ışığını hazırlamakmış.
Bir gün, kafamdaki uğultuların arasında dışarıda bir ses belirdi: yağmurun bitişi. Camın ardında ince bir uğultu kaldı; sokak taşları hâlâ ıslaktı, güneş köşelerden birini kurutmaya başlamıştı. Kaldırımda bir su birikintisi vardı, rüzgârla titreyen bir yüzey, gökyüzü ve yüzüm birlikte yansıyordu orada. Bir çocuk köşeden geçti; rengârenk şemsiyesini kapatıp bilerek suya bastı. Damlalar saçıldı, ışıkla harmanlandı.
O an anladım: dış dünya bana küçük işaretler veriyordu. Bir tomurcuk, bir su birikintisi… Küçük şeyler, büyük kırılmaların habercisi olabiliyordu.
Uzun zamandır, seni yolcu ettiğim günden bugüne, pencereye her baktığımda gerçek mevsimi görüyorum artık: yaz akşamlarının koşuşturmalarını, güz rüzgârıyla havalanan sarı yaprakları, kışın camda donan ince kristalleri, baharın ilk çiçeklerini… Her mevsim, “Hadi başla!” diyor gibi.
İyi ki yolcu ettim seni. Uğurlamak hafifletti tüm benliğimi.
Saksılardan taşan suyun nedenini de buldum. İçimdeki deniz ile suluyordum çiçeklerimi. Onları kurutmayacak kadar büyüklükte, ama üç dört saksıyı dolduracak kadar küçüklükteydi işte. Deniz, çiçeklerimin güzelliğini örtmeye çalışan taşlara kabarmıştı aslında. Bir hışımla atıverdi onları saksılardan.
Işığım, içimdeki denizden doğuyor. Taşsa da saksılarımdan, bazen ayaklarımı ıslatsa da bu ışığı söndürmeyeceğim. Suskunluğum yalnızlıktan değil; güç biriktirmekten, kendime sarılmaktan geliyor. Penceremin önünde durmak artık beklemek değil; izlemek, toparlanmak ve sonunda kalkıp yürümek için hazırlanmak.
Biliyorum; guguk kuşu yine ötecek, gecenin en koyusunda ya da sabahın ilk ışığında. Ama ben, o sesi dinleyip kendi ışığımla karşılık verebilecek kadar güçlüyüm artık. Gülümsüyorum, çünkü beklediğim dönüş, o ışığın içinde doğuyor.
Seninle vedalaşamadık, istemedim. Vedalar, geri dönüş umudunu taşır. Benim için uğultuların bitişi, milyonlarca kelimeyi bir çırpıda söyleyen suskunluğa dönüştü. Suskunluk artık beynimde, dilimde değil.

Eylem Akdere, İngilizce Öğretmenliği mezunu ve Montessori eğitmeni. Ankara’da
kendi okulunu kurdu. Yazmak hayatında hep vardı; önce çocukları anlamanın ve onlara seslenmenin
yazmaktan geçtiğini anladı, sonra yetişkinlere yazarak duygularını sağaltmanın iyileştirici yanı ile tanıştı. Distopya Akademi’de aldığı eğitimler ve katıldığı atölyelerle öykücülüğünü derinleştiriyor. Çocuk edebiyatı çatısı altında bir öyküsü kolektif kitapta yer aldı. Hayatın her noktasında, kelimelerle yeni başlangıçlar arıyor.


