Eda Büyükçapar
İnce bir çizgi vardı, zamanla bellek arasında. Yeni başlangıçlar, çoğu zaman kendini en çok ayrılığın soğuk soluğunda belli ederdi. Eylül bu defa yapraklarını ağaçlardan değil; kırgınlığı kendine yurt edinmiş, aşkı yarım kalmış gönül yorgunlarından ödünç almış gibiydi. Her savrulan yaprak, bir iç çekişin, bir suskun vedanın izini sürüyordu.
Sevgilim,
Babam anneme âşık olduğunda ona mektuplar yollarmış. Gönderen kısmında hep “Ece” yazarmış. Ben doğduğumda, adımı o mektupların zarflarındaki sevgiden almışım. Ve şimdi… Babamdan sonra beni bir prenses gibi hissettiren tek kişi sensin. Kalbimin kıymetini bildiğin için, sana sessizce minnettarım.
İlk kez göz göze geldiklerinde Ayhan, tükenmişliğin şiiri gibiydi. O an bir Kasım akşamından ödünç alınmış gibiydi. Aşkın mevsimi değişirdi elbet, ama o gün, sessizlik bile iki kalp arasında zarif bir manifesto gibi yankılanıyordu. Bir adım geri çekildi, sonra yüreğinin tam ortasından fısıldadı:
— Sizi yıllardır tanıyorum, sanırım.
— Meydan okumamdan aşina olmalısınız.
— Hayatın sahnesinde sizi aşk olarak alkışlamak isterim.
— Elbette… Memnuniyetle.
Ece, teslimiyetin en soylu hâline varmıştı. Eylemsizliğin bile bir eylem olduğunu, ilahi iradenin görünmeyen elinin her şeyi düzenlediğini sezmişti. İstanbul o gün kasvetliydi. Soğuk, bir bekleyişin çığlığı gibi üzerlerinden geçti. Lodos boğuk boğuktu. Bir şarkı duyuldu, uzaklardan:
Arif isen bir gün seni seslerler
Bülbül deyu gülistanda beslerler…
Ece’nin gözleri doldu. Neyzen Tevfik’in mısraları geldi aklına:
Hicran destanını kendinden oku,
Mecnun’dan duyup da rivayet etme…
Aşkı rivayetle değil, yaşanmışlıkla tartan bir kadın Ece. O anda, aşkın kutsal kederine teslim olmuştu. Darülfünun’un taş merdivenlerinde iz bırakmış bir geçmiş, ıhlamur kokulu hatıralar, rüzgârın ardında sürüklediği kelimeler… Hepsi şimdi sustu.
Usulca fısıldadı bir kadın kendi kendine:
— Nefret de bitti…
Giden kadın değildi…
Gönderilen, edilgenleştirilmiş, bakılan ama görülmeyen, yalnızca arzunun nesnesi kılınmış bir varlıktı.
Ve bu aşk değildi.
Bu, bir tahakkümdü.
Bir kadın giderse, bir daha aynı kadın olarak dönmez.
“Kendi cehenneminde kendi yansın,” der.
“Ben artık ışığıma yürüyorum,” diyerek ardına bile bakmadan terk eder.
Her vedanın, bir kapanışın sancısı olur. Bir dostluk, bir aşk, hatta bir hayal… Kimi zaman hatırı sayılır yıllar, emek harcanmış anılar; kimi zamansa kalbimizi kanatan, hafızaya kazınmış bir tek cümle… Ve sonra, suskunluğun içine gömülen acının sesi: İçimizde bir yer eksilir. Bir fasıldır bu; bitmeye niyeti olmayan.
Ama aşk, “Yakala beni, yarala beni” oyunu değildir.
Bazen bir ilişki; beklentilerin, hayal kırıklıklarının, suskun gecelerin yükünü artık taşıyamaz hâle gelir. Yolun sonunda kalan yalnızlıksa, aslında bir başlangıcın sessiz kapısıdır.
Çünkü gerçek bitiş, son değil; kabulleniştir.
Kendi sınırlarını bilmek, kalbin yaralarını onurlandırmak, acının içinden geçerken kendini yeniden var etmektir. Yasını tutmaktan korkmamak gerekir; çünkü yas, bir arınmadır. Ve ardından gelen sükûnet, en hakiki özgürlüktür.
Her kapanan kapı, içimizde yeni pencereler açar. Kimi zaman kendi iç sesimizi duymak için uzaklaşmamız gerekir herkesten. Sessizliğin kalbinde kendimizi yeniden duymak için…
Başlangıç, geçmişin yükünü yere koymak ve artık neyi hak ettiğimizi bilerek yürümektir. Bu yürüyüş, yalnız değil; bilgecedir.
Ve evet, her son, yeni bir başlangıcın zeminidir.
Kapanan bir kitap gibi değil…
Filizlenen bir tohum gibi…
Unutmayalım:
Her bitiş, kendimize dönüştür.
Ve her dönüş, daha güçlü, daha cesur, daha derin bir ben’le yeniden doğuş…

Eda Büyükçapar, Yedi Güzel Adam’ın memleketi Kahramanmaraş’ta doğdu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. Birçok dergi ve kolektif kitapta yazıları yayımlandı. Edebiyatı heyecan verici bir serüven olarak görüyor ve aynı heyecanla yazı yolculuğunu sürdürüyor.

