
“Işık karanlığın sol elidir karanlık da ışığın sağ eli. İkisi birdir, yaşam ve ölüm, yan yana yatarlar kemmerdeki sevgililer gibi, tutuşmuş eller gibi, sonuçla yol gibi.”
Karanlığın Sol Eli – Ursula K. Le Guin
Editörden
Merhaba sevgili okur,
Kasım ayında sizi ‘Işık ve Gölge’ ile selamlıyoruz.
Neden ışık? Neden gölge?
Çünkü, burası edebiyattan resme, fotoğraftan felsefeye tam da anlamın doğduğu bölge…
Bilim der ki; ışık, elektromanyetik spektrumun görünür aralığında (yaklaşık 380–750 nanometre) yayılan enerjidir.
Gölge ise bir ışık kaynağından gelen ışığın, bir cisim tarafından engellenmesi sonucu oluşan karanlık bölgedir.
Ama insan gözü ışığı mutlak değil, karşıtlık üzerinden algılar. Bir nesnenin rengini, parlaklığını, hatta karanlığını bile, çevresine bakarak tanımlarız. Bu yüzden gölge, yalnızca bir yokluk değil; varlığın derinliğini ve biçimini veren bir unsurdur. Gölge olmasa, ışık yalnızca düz bir parıltı olurdu.
Psikolojide Carl Jung “gölge”yi insanın bastırılmış yönü olarak tanımlar. Bu benzetme boşuna değil: Işık (bilinç) ne kadar güçlüyse, gölge (bilinçdışı) o kadar belirginleşir. Kendimizi aydınlatmaya çalışırken, içimizdeki karanlığı da görünür kılarız.
.
Belki de bu yüzden, hem bilim hem sanat bize aynı şeyi söyler: Işık ve gölge aynı fenomenin iki yüzüdür. Biri biçimi görünür kılar, diğeri derinliği.Kendimizi tanımak, biraz da o gölgeye bakmayı göze almaktır. Belki de anlam, tam da burada doğar: Işığın bittiği, gölgenin başladığı yerde.
Edebiyat ve sanat da ışıkla gölgenin bu kadim dansından beslenir. Rembrandt’ın tablolarında ışık, yalnızca yüzü değil, ruhu aydınlatır; Caravaggio’nun fırçasında gölge, gerçeğin sertliğini değil, insanın iç çatışmasını gösterir. Sinema, perdedeki ışığın karanlıkla buluştuğu o anla var olur.
Bir roman sayfasında yazar, kelimelerle ışığı ararken cümle aralarına gölgeleri gizler. Her sanatçı biraz ışığı anlatır, biraz da gölgesini. Çünkü her hikâye, insanın görünür olma isteğiyle saklanma ihtiyacı arasında salınır, bir sarkaç gibi.
SuareMag yazarları olarak biz de ışık ve gölge arasında gittik geldik, yazdık. Kimi yazılarda parlayan bir umut, kimilerinde karanlık bir hüzün var. Kimi kelimeleri okumak yetmeyecek gölgesine de bakmalısınız.
Işığıyla yüzleşen gölgeye, gölgesiyle derinleşen ışığa kavuşmak dileğiyle… İyi okumalar…
H. Nilgün Karataş
YAZARLAR

SUHULET
Gündüzün orta yerinde dahi, herkes kendi gölgesinin ikliminde yaşıyor. Kimisinin gölgesi parça parça; eski kırılmaların yamalarıyla tutturulmuş. Kimisinin gölgesi uzun; geçmişteki bir kararsızlığın uzantısı.

DENİZE DÜŞEN YILDIZ
Seks işçisi diyecektim de aşk kadını demeyecektim hakkında. ‘Aşk yapmak’ diye bir deyimin olduğu günümüzde, senden aşk kadını diye söz etmem haksızlık olmaz mı?

KÖRLÜĞÜN KIRILMA NOKTASI
Belki de insanın kendisi küçük bir Tuba Ağacı’dır. Kökleri göğe uzanır; atalarının, geçmişin, belleğin izleri oradadır. Dallarıysa yeryüzüne yayılır; her göç, her deneyim, her iz bırakma çabası bu dalları şekillendirir.

BEN, GÖLGE
Karanlıkla yüzleşmek, gölgenle barış demek kadar kolay değil benim için. Çünkü sen gölgenle yüzleştiğinde daha güçlü basabiliyorken ayaklarının üzerine, benim karanlığım yok oluşun ilanı.

LEYLA
“Onlar benim misafir çay tabaklarım, niye aldın?” dedi. Dedi gerçekten. Sadece bir çay tabağı için saatlerce konuştu, kalbimi kırdı, ezdi yüreğimi. Alt tarafı kırmızı bir çay tabağı. Şimdi ikiye kırdığım haplarını o çay tabaklarıyla getirdiğimi fark etmiyor bile.

KATİL
Kimseye söyleyemedim.
Yaptığım şeyden çok utanmıştım.
TUPTURUNCU
Biliyordum, misafirliği uzun sürmeyecekti. Yine de kısa sürecek yaşamını mutlu kılmak istedim.


YOKLUĞUN GÖLGESİ
Her şey hem var hem yok oluyor. Işığın bittiği yerde gölge konuşmaya başlıyor; yokluğuyla karanlığı deliyor. … Aslında ikisinde de aynı sessizliği taşıyor. Gölge, her yerde fısıldıyor:
“Ben de buradayım.”

YEŞİL KABLO İLAÇLARIN YANINDA…
Gözleri çok pörtlek, bazen korkuyorum. Ondan ışığı sevmiyor bu. Yutuyordur resmen o gözlerle ışığı. İçinde esaslı bir savaş sürüyor, belli. Belki de bir şeyler diyecek ama diyemiyor.

PORTRE
Sırlarım var, eşime, dostuma söylemeden içimin derinliklerine gömdüğüm. Zamanında söylemediklerim, içime atıp yeşerdiklerim. Kibrim, kendimi onlardan üstün gördüklerime.

SELENE
Şehrinin tamamı gözün göremeyeceği, gözkapaklarının engel olamayacağı kadar parladı ve ayın yüzeyinde farklı bir ışık göründü. Önce bir ışık huzmesi gibiydi. Daha sonra bir kadın silueti belirdi.

GÖLGENİN TOZU
Her ışığın, kendine özgü bir kokusu olduğunu hayal ediyorum. Kanımca, sabah güneşinin kokusu hafif ve uçucu olmalı. Gün batımının ışınları ise, eski kitapların kokusunu sunabilir. Ya gölgenin içine saklanmış ışığın kokusu nasıldır?

TÖVBE
Yanına gidip boynuna sarıldım. Acımız kimliklere daraltılmayacak kadar ortak, birinde benimki bir fazla, diğerinde onunki. Bir yıl olmuştu daha, hem annesini hem eşini on gün arayla kaybedeli. Tencerenin bir kulpu onda, diğerini ben tutum.

MEZARLIĞA DÜŞEN EVİN GÖLGESİ
Odanın en sonundan bile mezarlık kendini gösteriyordu. Sanki pencere değil de çerçevelenmiş bir mezarlık tablosuydu karşılarında duran. Oyalanmadan üst kata çıktılarında ikisi de çığlık atmamak için zor tuttular kendilerini.


NOHUT ODA BAKLA SOFA
Şimdilerde her şey çok aydınlık ve karartmalara asla yer yok. Olur da gölgemizi görür onunla el ele tutuşur çeker gideriz diye korkuyor insanlık yaşamdan. Halbuki bu hayatta en güçlü olan ışık aslında kendi gölgemiz.

KUTUP YILDIZIM
Gölgesi ona göz kırptı. Artık karanlıkta değil sadece onun bildiği gizli bölmesinde yaşamını sürdürüyordu.

GEÇMEYEN TRENLER
Köşede duran bilet makinasının hangi zamandan kaldığı belirsiz. Esasında bu istasyonun hangi zamandan kaldığı belirsiz. Bu istasyon, insanların gitmek istemediği bir yer olsa gerek o yüzden kondüktör yok, bilet kesen yok. Gelen yolcu, giden yolcu yok…

BAŞLANGIÇ
Sessizlik en sonunda nereye gidersem gideyim karanlığı bulamayacağımı anlattı bana. Işığın ben olduğunu, her şeyin benimle alakalı olduğunu, uzaydaki kavramsız, zamansız, sessiz yolculuklarımda anladım.

PORTUS NERONİS
Neron tribüne döndü, seslendi:“Kötüdür insanlar.” Sonra bir adımla kendi karşısına geçti. “Hayır, insanlar iyidir. Onlara kötü oldukları öğretilmiştir, onlar da inanmışlar buna.” Selam verdi ve basketbol başladı.

PHAETHON’UN BAŞKALDIRIŞI
Işık ve gölgeler iyi/kötü, güzel/çirkin, gerçek/ruh gibi temalar olarak kolektif bilinç ve bilinç dışımızın birlikte iş birliğine girerek, hatta el ele tutuşarak, çağlar boyunca taşınmasına da neden olmuştur.

SALÇALI EKMEK
Cemil elindeki salçayla göz göze geldi. Güldü. Güneş tam tepeden vuruyordu. Gölgesi yok gibiydi. “Ulan bu memlekette insanın gölgesini bile çalıyorlar.” Söylene söylene düştü yola.

BEN GÜNEŞ
Ben ışığımı herkese dağıtırken, o gölgesine çekildi. Ateşimi içimde sakladım. Yine de ona ışıklarımı verdim. Aydınlık bir lamba gibi onu gökyüzünde tuttum. Ama o benimle konuşmamaya devam etti.


GÖLGELERİN GÜCÜ
Işığın anlamı karanlıkla belirlenir; hakikatin sesi sessizlikte duyulur. Belki de “Gölgelerin gücü” dedikleri tam da budur: İnsanın kendini tanıma kudreti. Çünkü gölgesini görebilen, ışığın nereden geldiğini de bilir.

SAYE
Işık, gölgesini kabul etti; gölge, ışığı anlamaya başladı. İnsan kalbinde küçücük bir kıvılcım yandı: vicdan. İnsanlar önce ona farklı anlamlar yükledi. Kimi korku diyordu, kimi günah ve bazıları da kader.

KUKLA OYNATICISI
Dehşet verici gölgelerin içinden sıyrılıp serin ve tatlı bir ışıkla yıkanmak için durmadan, yorulmadan koşturur akıl. Oysa gölgelerin kaynağı kavuşmayı arzu ettiği ışığın ta kendisidir. Onlar her zaman birliktedir.

YAKAMOZA YÜRÜMEK
Babam kendi gölgesini fotoğraflamamı istedi. Ben ise yaşamımı aydınlatan ışığıma bakmayı tercih ettim vizörden. Doğaya olan aşkımı ölümsüz anlara çevirmeye başladım.

ERİYEN IŞIK
Gölgeyi bastırmak onu büyütüyor. Ona bakmak, adını söylemek, onu tanımak küçültüyor. Rüzgâr estiğinde; alevim titriyor, gölgem de. Ama o titreme bizi aynı ritimde sallıyor, sanki birbirimize boyun eğmiş gibiyiz artık…


IŞIKTAN ÖPÜCÜK
Sorularıyla tek yönlü geçitlerin kilitlerine yeni anahtarlar dövmek istiyor. Alamayacağı yanıtları siper edip dikenli tellere atılmak, kendini kanatarak gölgesine varmak istiyor.

DIŞARIDAN GELENLER
Bir dağı bekliyoruz ama dağ bizim mi değil mi hiç bilmiyorum. Bizim oraların dağı gibi değil. Bizim vadi gibi hiç değil. Herkes birbirine küs. Herkes herkese yabancı.

GÖLGENİN AĞIRLIĞININ YANKISI
Rüyasında kendini bir meşe ağacına dönüşmüş buluyor kadın. Kökleri sabırdan, gövdesi kırgınlıktan, yaprakları yılların döküntüsünden yapılmış. Pelitler toprağa düşerken sincaplar koşuyor, o ise göğsündeki boşluğu dinliyor.

İZMARİTLER VE TÜRK KAHVESİ FİNCANI
Ahşap rengi parkelerde gözleri gölgesini aradı. Bulamadı. Oturduğu yerden eğilip kızının odasından dışarı vuran küçük insan gölgesine baktı. Şükür! Onunki hâlâ yerinde.

ZERDÜŞT’ÜN YOLU
Seçim yaparsan eğer, nehrin birinden diğerine akarsın. Işıltılı tepeleri balıklar gibi aşıyorken, dipsiz denizlere de öyle dalarsın; tıpkı bir şahin gibi. Sonra renksiz bir çukurda bulursun kendini.

SANDIK
Karşıda görünen sarı ışık da ne ki? Yaşasın, biliyordum yalnız olmadığımı. İçerde yaşayan var mı ki, bakayım camdan. Kimse yok. Kapıyı çalsam, duymuyorlar beni.
995 km
Anlaşılan herkesin arkasında kendine ait dışarı ışık sızdırmayan karanlık bir bölge vardı; henüz onunla yüz yüze gelip tanışmadığı ama varlığının bir gölge olarak.
MURATHAN MUNGAN

BOŞ KÂĞITLAR VE DOLU KALEM
Bir gölge yeter ki istesin; İsterse neler yapmaz! Şu yazar takımı hele, zannederler ki ilham perileri var, arada gelip tepelerine konar… Halbuki en büyüleyici cümleleri, en şiirsel metinleri bilmezler yine kendi gölgeleri yazar.

GÖLGENİN SAVUNMASI
İnsanları şehirlere benzetirim. Bir kentin ruhu sadece aydınlatılmış cephelerinde değil, ara sokaklarının sessizliğinde bütünlenir. Ne tam karanlıkta ne tam ışıkta var olur. İkisinin arasında, gölgede nefes alır.

BANA BİR “MUNGAN” ŞİİRİNİ SEVDİRİP GİTTİ
Gitti. Dil sürçmesiyim, kabul edilebilir bir cümle olmaktan dört kutsal kitap uzaktayım. Boş parşömenlerime bakıp bekleyeceğim birkaç binyıl geçsin diye…

KÜŞTERİ MEYDANI’NIN GÖLGESİ
Küşteri Meydanı, tahta iskeletin arasına gerilmiş beyaz patiskanın adıdır. Bir de o perdenin ardındaki iki kişinin paylaştığı koca bir dünyanın.

GÖLGE İNSANLAR
Işık onlar için kazananların sahnesidir. İyiliği, başarıyı, aşkı çoktan kaybetmiş olmanın gölgeler arasında saklanmanın düsturu olduğunu bilirler.

SET IŞIKLARININ GÖLGESİNDE: THE TRUMAN SHOW
Güneş her sabah aynı biçimde doğuyor, insanlar hep güler yüzlü, hiçbir şey değişmiyor. Her şey fazla düzgün, fazla parlak. Ve tam da bu yüzden, eksik bir şey hissediliyor.

IŞIĞIN İZİNDE, GÖLGENİN PEŞİNDE: PARİS
Notre Dame’ın vitraylarından Eyfel Kulesi’nin gece parıltısına kadar Paris, baştan sona ışıkla şekilleniyor. Haussmann bulvarlarının taş cepheleri gün doğumu ve gün batımında ışıkla gölgesinin dansına sahne oluyor.

Gölgende hapsolunca, tüm renklerimi kaybettim.
İLK SAYFASI
Koşuşturmaca içerisinde geçen gençlik yıllarımı bir türlü eğlenceli, güzel yıllar olarak anımsamayı beceremiyorum. “Her yere düşerken güneş ışıkları,” diyor Baudelaire, “tükendi gençliğim zifiri karanlık fırtınalarda.” Gençlik anıları tuhaf ölçüde trajedi haline getirilir. Neden büyümeye, o sürece ait anılar trajedi haline geliverir acaba? Bunu şu an bile anlayamıyorum. Kimse de anlayamaz herhalde. Yaşlılık yıllarındaki durgunlaşan bilgelikle, sonbahar bitimlerinde sık sık görülen o kuru aydınlığı yanında getirerek üzerimize dökülen güneş gibi, belki de aniden anlayıveririm. Yine de, anlamasına anlarım belki, ama o sırada bunun artık hiçbir önemi kalmamış olabilir.
Günler çözümsüzlükleriyle geçip gider. Böylesine can sıkıcılık gençlik çağlarında dayanılmaz olur. Evet doğrudur, gençlik çağlarında çocukluğun sinsiliği kaybolur, hatta bu artık kötü bir şeydir. O her şeyi en baştan düzeltmek niyetindedir. Fakat âlem bu çabayı her zamanki soğukluğuyla karşılar. Onun yelken açışını fark eden tek bir kişi bile olmaz. Ona gösterilen tavırlar genelde olması gerekenden farklı olur. Bazen yetişkinmiş, bazen de bir çocukmuş gibi davranırlar. Bunun nedeni onda özlü bir şeylerin yokluğundan mı kaynaklanır acaba? Hayır, sanırım gençlik çağlarında onda kolay kolay bulunamayacak bir şeyler vardır ve o yalnızca bunun ne olduğunu adlandırmakta güçlük çeker. Bu, büyümedir. O nihayet adlandırmayı başarır. Başarı ona huzur verir, göğsünün gururla kabarmasını sağlar. Ancak, bir ad konulduğu anda o özlü şey, adlandırılamadığı zamankinden farklı bir şeye dönüşüverir. Üstelik bunun bile kendisi farkına varamaz. Yalnızca yetişkin olmuştur. Çocukluğun sımsıkı mühürlenmiş bir sandığı vardır. Genç insan bir gayret o sandığı açmaya çalışır. Kapağı açtığında içinin boş olduğunu görür. Bunun üzerine anlar ki, hazine sandığı dedikleri, her zaman böylesine boştur. Sonrasında artık kendi yargılarını önemsemeye başlar. Ancak, sandık gerçekten de boş mudur acaba? Sandığı açtığı anda, göremediği çok önemli bir şey uçup gitmiş midir yoksa?
YAZ ORTASINDA ÖLÜM
Sigara (Tobaco)
Yukio Mişima
(Can Yayınları – Çeviri: H. Can Erkin)
Bunca güneşsiz insan bunca karanlık acılar içinde kıvranırken duygulanmak, içten içe de olsa bir güzellik sarsıntısı geçirmek bile utançtan başka ne verebilir insana. Güneş bile yok sayılır burada; ne doğan ne batan güneş.
YARALISIN
ERDAL ÖZ

Okuma Parçası
Ey yeryüzü hayatı! Sürekli bir soluk alıp verme içerisindeki saydamlığın dünyası ve gecenin dünyası, gölgenin büyüklüğü ile gölgesizliğin baştan çıkarıcılığı arasında bocalayan iki dünya; sürekli akışın, zamanın hükmünü kaybedişinin iki kutbu arasında, hayvani ve ilahi zamandan yoksunluk arasında değişmez bir şekilde hapsolmuş gelgitleri -gece, yeryüzünden olanın bütün damarlarında, topraktan gelmiş ne varsa hepsinin içinde, yukarıya doğru akar, içte ve dışta eş zamanlı olarak, sürekli uyanıklığa ve bilinçliliğe dönüşür, biçimden yoksun olana karanlığı barındıran, gölgeleri saklayan biçimler kazandırır ve dünya hiçlik ile varlık arasında, böyle bir boşluğun ortasında, boşlukta sallanarak karanlık ve ışık olur, gölge gibiliği ile ışık gibiliği içerisinde belirginleşir.
Ruhun içerisinde, bazen alçak, bazen yüksek tonda ama asla yitirilmeksizin, gecenin çan sesleri, sürülerin çan sesleri, günden gelen aslan kükremeleri, ışıkta ve tanınmışlıkları içersinde sarsıcı şekilde yankılanır; bütün canlıları yutan göz kamaştırıcı bir fırtınadır bu – insanoğlunun bilgisi, henüz bilgi olmayan ama artık bilgelik olmaktan çıkmış bilgi, varlığın toprağından yükselen, sezginin tohumlarından yükselen, anaların bilgeliğinden yükselen, ışık ötesinin, hayat ötesinin öldürücü çıplaklığına uzanan, baba bilincinin yakıcılığına, soğuğa uzanan bilgi; evet, insanoğlunun bilgisi; kök salmamış, sonsuza kadar hareketli, aşağıda da, yukarıda da olmayan, fakat hep gece ile gündüz arasındaki ufkun eşiğinde, boşlukta asılı duran, yıldızların şafağının o ara bölgesinde, gecenin sürülerinin hayatlarıyla ışığa boğulmuş tek başınalık arasında, suskunluk ile tekrar suskunluğa geri dönen söz arasında bir soluk alıp vermeden farksız olan bilgi.
Vergilius’un Ölümü
Hermann Broch
(Çeviri: Ahmet Cemal)

PERSONA (1966)
- Yönetmen: Ingmar Bergman
- Senaryo: Ingmar Bergman
- Yapımcı: Lars-Owe Carlberg
- Görüntü Yönetmeni: Sven Nykvist
- Müzik: Lars Johan Werle
- Süre: 83 dakika
- Tür: Psikolojik drama
- Oyuncular:
- Liv Ullmann (Elisabeth Vogler)
- Bibi Andersson (Alma)
- Margaretha Krook (Doktor)
- Gunnar Björnstrand (Koca)
- Jörgen Lindström (Çocuk)
- Konu: Ünlü bir tiyatro oyuncusu olan Elisabeth Vogler, sahnede aniden susar ve konuşmayı tamamen bırakır. Dinlenmesi için deniz kenarındaki bir eve gönderilir; burada ona hemşire Alma eşlik eder. Sessizliğin ortasında iki kadın arasında tuhaf bir ruhsal yakınlık doğar, zamanla kimliğin ve benliğin sınırları çözülür. Konuşanla susanın, ışıkla gölgenin, gerçeklikle maskenin yer değiştirdiği bir iç hesaplaşma başlar.
- Neden Seçtik? Persona’yı özel kılan şey, sinemada hem ışığın hem de gölgenin yalnızca görsel bir araç değil, varoluşun kendisini temsil eden bir dil haline getirmesidir. Bergman, insan yüzünü bir sahne, sessizliği ise bir monolog gibi kullanır. Işık, bilincin – konuşanın – alanıdır; gölge ise bastırılmış benliğin, susanın mekânı. Film ilerledikçe iki kadın (Alma ve Elisabeth) birbirlerinin gölgelerine karışır; sonunda kim konuşuyor, kim susuyor, kim kimin yansıması belli olmaz.
Karanlığı, karanlık yok edemez, bunu sadece ışık yapabilir. Nefreti, nefret yok edemez, bunu sadece sevgi başarabilir.
Strength to Love (1963)
Martin Luther King Jr.

CARAVAGGIO
Judith Beheading Holofernes
Yapım Yılı: 1599
Malzeme: Tuval üzerine yağlı boya
Boyut: 145 × 195 cm
Yer: Galleria Nazionale d’Arte Antica, Palazzo Barberini, Roma
Kendine has kırmızı ile akla gelen ünlü ressam Caravaggio, ışık ve gölge denilince de akla gelen ilk isimlerden biri. Caravaggio, Yaşamı boyunca hem ışığın ressamı hem de karanlığın adamı olarak anılmıştır. Caravaggio’nun en belirgin özelliği, chiaroscuro (ışık–gölge karşıtlığı) tekniğini dramatik bir anlatım aracına dönüştürmesidir.
Judith Beheading Holofernes (Judith Holofernes’in Başını Kesiyor) adlı eseri ise Eski Ahit’in Judith Kitabı’ndan esinlenerek yapılmış. Judith, halkını kurtarmak için düşman general Holofernes’i baştan çıkarır ve tam o sırada, cesaretle başını keser. Judith’in eylemi bir katliam değil, kutsal bir cezalandırmadır. Işık, onun elini ve yüzünü aydınlatır; gölge Holofernes’i yutar. Böylece Caravaggio, iyilikle kötülüğün, adaletle şiddetin ayrımının ne kadar ince bir çizgide durduğunu gösterir.

REMBRANDT
The Night Watch
Yapım Yılı: 1642
Malzeme: Tuval üzerine yağlı boya
Boyut: 363 × 437 cm
Yer: Rijksmuseum, Amsterdam
Işık ve gölge denilince ikinci bir resme daha yer vermemiz gerekiyordu. Çünkü Chiaroscuro (ışık–gölge kontrastı) tekniğinin ileri bir biçimi olan Rembrandt ışığı diye bir şey var
Rembrandt bu eserinde dönemin geleneksel grup portre anlayışını kökten değiştirmiştir.
O zamana dek milis ya da lonca tabloları genellikle durağan, düzenli bir pozlamayla yapılırken, Rembrandt sahneyi hareket, derinlik ve dramatik ışık üzerine kurar. “The Night Watch”, sadece bir grup portresi değildir; ışığın ideolojik bir güç haline geldiği, görünürlüğün toplumsal hiyerarşiyi belirlediği bir sahnedir.
Işık burada “kahramanları” öne çıkarırken, gölge “unutulan” ya da “adı geçmeyen” bireyleri barındırır. Böylece tablo, bir kutlama sahnesi gibi görünse de aslında toplumsal görünürlük ve adalet üzerine derin bir yorum sunar.
Kasım Kitapları
- Hermann Hesse – Demian
- Sabahattin Ali – İçimizdeki Şeytan
- José Saramago – Körlük
- Joseph Conrad – Karanlığın Yüreği
Kasım Filmleri
- Yurttaş Kane, Citizen Kane, 1941, Orson Welles
- Gölge Oyunu,1992, Yavuz Turgul
- Minari – Lee Isaac Chung
- Yedinci Mühür, The Seventh Seal, 1957, Ingmar Bergman
Kasım Şarkıları
- Laura Marling – What He Wrote
- Laura Marling – What He Wrote
- The Smiths – There is a Light That Never Goes Out






